Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım,
Sayın Valim,
Sayın Milletvekillerim,
Sayın Belediye Başkanlarım,
MAPEG Genel Müdürüm,
Değerli Misafirlerimiz ve Kıymetli Basın Mensuplarımız,
Hepiniz hoş geldiniz.
Öncelikle bu zirveyi düzenlerken baktığımız ilk konu, ülkemiz ve ülkemizi nasıl kalkındırabileceğimizdi.
Jeotermalin, ülkemizin kalkınmasındaki yerini ve önemini gördüğümüz için, ben de 2006 yılında özel sektöre ilk kez ruhsatlar açıldığında bu alana başladım. Bugün 18 yıl oldu. 18 yıldır jeotermal sektöründe çalışıyoruz ve bu sürenin sonunda gördüm ki; elimizde inanılmaz bir potansiyel var. Ancak bu potansiyel maalesef yeterince kullanılmıyor, üzerine yeterince düşülmüyor. Halbuki dünyanın en önemli doğal kaynaklarından birine sahibiz.
Türkiye, şu anda çok küçük çaplı bir çalışmayla, sadece Ege Bölgesi’nde ürettiği elektrikle 1.753 MW enerji üretmektedir. Buna rağmen Avrupa’da birinci, dünyada ise dördüncü sıradayız. Oysa potansiyelimiz yaklaşık 60.000 MW. 60.000 nerede, 1.753 nerede? Seracılık gibi kullanımları da hesaba katarsak bugün 2.000 MW’a ulaşabiliyoruz. Ama potansiyelimiz bunun en az 30 katı. Bugün jeotermali sadece elektrik üretimi olarak düşünmememiz gerekiyor. Sunumlarda da çok güzel anlatıldı. Jeotermal, aynı zamanda ülkemizin gıda güvenliği açısından da çok kritik bir role sahip. Bugün hepimiz görüyoruz: Antalya’da yaklaşık 15 gün önce yaşanan don olayı, sebze-meyve fiyatlarını ciddi şekilde artırdı. Bu yıl sebze-meyve fiyatlarının en az %100 artması bekleniyor. Enflasyona etkisi ise yaklaşık %40 civarında. Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, siz de çok iyi biliyorsunuz. Oysa biz ülkemizin her bölgesine seralar kurabiliriz. Bu teknolojik seralarla Avrupa’nın ve dünyanın jeotermal sera merkezi olabiliriz. Avrupa’yı doyurabiliriz. Rusya’yı doyurabiliriz. Ortadoğu’yu doyurabiliriz. Her türlü imkânımız var.
Peki ne gerekiyor? Bunun için hep birlikte çalışmamız gerekiyor. Sayın Genel Müdürüm burada, sağ olsun teşrif ettiler ve desteklerini gösteriyorlar. Hep birlikte, sizlerle beraber stratejik bir master plan hazırlamamız şart. Termal turizme gelince; Japonya, geçen yıl termal wellness turizminden 20 milyar doların üzerinde gelir elde etti. Biz de bunu yapabiliriz. Sayın Turizm Yatırımcıları Derneği Başkanımız burada, bugün panelde beraber olacağız. Yıllardır bu konuyu konuşuyoruz. Oya Hanım da aramızda, teşrif ettiler. Termal turizmi ülkemizin her bölgesine yayabiliriz. Bu alan, kalkınmada çok önemli bir basamak olabilir. Ama bunun için de yine hep birlikte çalışarak, ortak bir stratejik plan ortaya koymamız gerekiyor.
Bizler; sivil toplum kuruluşları, bürokrat arkadaşlarımız, Sayın Genel Müdürümüz, MAPEG, Enerji Bakanlığı ve ilgili diğer bakanlıklar bir araya gelmeliyiz.
Bir başka önemli konu da: Jeotermal, yeşil ve çevreci bir enerji kaynağıdır. Doğaya zarar vermez. Örneğin seralarda 100 litre su veriyorsak, bitki bunun yalnızca 5 litresini kullanır. Geri kalan 95 litreyi geri dönüştürerek tekrar kullanıyoruz. Gelecekte en büyük stratejik sorunlardan biri su olacak. Bu açıdan jeotermal, tarımda su kullanımını en aza indirerek büyük bir avantaj sağlar. Ayrıca termal suların içinde çok değerli madenler bulunmakta. Bu bölgede yaptığımız çalışmalarda gördük ki, sularımızın içinde lityum var. Kısmet olursa, lityum üretmeye başlayacağız. Lityum, geleceğin enerji kaynağıdır. Elektrikli araçlara geçiş sürecindeyiz, dolayısıyla piller çok önemli. Peki bu pillerin hammaddesi nerede var? Jeotermalde.
Tüm bu başlıkları birlikte ele almalı ve hepsine bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşmalıyız.
Bugün karbondioksit üretiyoruz, bunun %50-60’ını ihraç ediyoruz. Yani elimizde o kadar büyük bir değer var ki…
Siz değerli misafirlerimiz, yüzlerce kişi buraya gelerek bizleri onurlandırdınız. Hepinize tek tek teşekkür ediyorum.
Bu 1. Uluslararası Jeotermal Yatırım Zirvesi’nde çok önemli bir başlangıç yapıyoruz. Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımızın teşrifleriyle, bu başlangıcı en üst düzeyden gerçekleştirdik. Ama burada durmayacağız. Bugünkü panelimiz, bu sürecin ilk adımı. İnşallah seneye, yatırım programını ikinci güne taşıyacağız. O gün; projeler konuşulacak, yatırımcılar ve finansörler burada olacak. Ülkemizi jeotermale dayalı yatırımlarda mümkün olan en ileri noktaya taşımak için elimizden geleni yapacağız.
Müsaade ederseniz Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, sözlerimi bir kıssa ile tamamlamak istiyorum:
Karıncaya sormuşlar: “Nereye gidiyorsun?” Karınca demiş ki: “Hacca gidiyorum.” “Senin boyuna, bacağına bak. Nasıl gideceksin hacca?” O da şöyle demiş: “Gidemezsem yolunda ölürüm.”
Biz de yolunda öleceklerdeniz…
Saygılarımı sunuyorum.
Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım,
Saygıdeğer misafirler,
Basınımızın kıymetli temsilcileri,
Sözlerime başlarken, siz değerli konuklarımızı; doğanın, tarihin ve kültürel zenginliğin iç içe geçtiği, yer üstü kadar yer altının da bereketli olduğu bu güzel coğrafyada, Anadolu’nun kalbi Kapadokya’nın merkezi Nevşehir’de ağırlamaktan duyduğum memnuniyeti ifade ediyor; hepinize hoş geldiniz diyor, saygılarımı sunuyorum.
Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, kıymetli misafirler,
UNESCO’nun hem doğal hem de kültürel miras listesinde yer alan, ülkemizdeki iki özel bölgeden biri olan Kapadokya; yalnızca Türkiye’nin değil, dünyanın da en özgün ve etkileyici turizm merkezlerinden biridir. Binlerce yıl boyunca farklı medeniyetlere ev sahipliği yapan bu topraklar, doğal oluşumları, yer altı şehirleri, açık hava müzeleri, peri bacaları, özgün mimarisi, el sanatları ve gastronomisiyle insanlık tarihinin adeta bir özetidir. Bugün de kültürel ve ekonomik anlamda ülkemizin yükselen değerlerinden biri olmaya adaydır. Yılda 4 milyondan fazla yerli ve yabancı turiste ev sahipliği yapan Kapadokya, ülkemizin uluslararası alandaki en önemli markalarından biridir. Aynı zamanda, kültürel mirasın korunması, sürdürülebilir kalkınma ve bölgesel gelişme açısından büyük bir potansiyele sahiptir.
Bugün içinde bulunduğumuz bu büyüleyici coğrafya, jeolojik geçmişi sayesinde yerin derinliklerinden gelen zengin ve kıymetli jeotermal kaynaklara sahiptir. Başta Kozaklı ilçemiz olmak üzere, ilimizin pek çok bölgesinde bu kaynaklar sağlık turizmi, seracılık ve enerji üretimi gibi çeşitli alanlarda değerlendirilmektedir.
Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, kıymetli katılımcılar,
Türkiye, jeotermal kaynaklar açısından dünyanın en zengin ülkelerinden biridir. Bu potansiyelin sürdürülebilir şekilde değerlendirilmesi; temiz enerji üretimi, tarım ve turizm sektörlerinde katma değer yaratılması ve gıda arz güvenliğinin sağlanması bakımından son derece önemlidir. Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına yön veren 12. Kalkınma Planı, “Türkiye Yüzyılı” vizyonuyla; yenilenebilir enerji kaynaklarının artırılması, iklim değişikliğiyle mücadele, kaynak verimliliği ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerini esas alan bir yaklaşımı benimsemektedir. Jeotermal kaynaklar da bu hedeflere ulaşmada kritik bir rol üstlenmektedir. Bu doğrultuda, Nevşehir Valiliği olarak; doğal kaynakların korunarak değerlendirilmesini, çevreye duyarlı yatırımlarla geleceğe taşınmasını ve Kapadokya’nın bu yeni ekonomik dönüşümde öncü olmasını hedefliyoruz. Yerel yönetimlerimizle, üniversitelerimizle, kalkınma ajansımızla, sivil toplum kuruluşlarımızla, iş dünyamız ve yatırımcılarımızla tam bir uyum ve iş birliği içerisinde çalışmaktayız.
Termal sağlık merkezleri, turizm yatırımları ve seracılık gibi pek çok alanda jeotermalin akılcı ve entegre kullanımı için projeler yürütüyor ve destekliyoruz. Bu kapsamda, Kozaklı ilçemizde toplam 1.733 oda ve 3.942 yatak kapasiteli 22 termal konaklama tesisi, her yıl binlerce yerli ve yabancı turiste hizmet vermektedir. 2024 yılında bu tesislerde yaklaşık 236.000 gecelik konaklama gerçekleşmiştir. Ayrıca, termal suyun tedavi süreçlerinde etkin bir şekilde kullanıldığı Kozaklı Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Hastanemiz, 170 yatak kapasitesiyle 2011 yılından bu yana 17.700 hastaya yatarak tedavi hizmeti sunmuş ve bölgesel bir sağlık tesisi haline gelmiştir. İlimizdeki jeotermal kaynaklar, yalnızca sağlık ve turizmle sınırlı kalmayıp, tarımsal üretim açısından da önemli fırsatlar sunmaktadır. Kozaklı ilçemizde mevcut 180 dekar örtü altı jeotermal serada yılda 6.300 ton domates üretimi yapılmakta, bu da bölge ekonomisine ve gıda arzına değerli katkılar sağlamaktadır.
Ayrıca, tahsis süreçleri tamamlanan 1.352 dekar büyüklüğündeki Nevşehir-Kozaklı Jeotermal Kaynaklı Sera Organize Tarım Bölgesi, sadece ilimizin değil, ülkemizin de en önemli jeotermal kaynaklı tarımsal üretim merkezlerinden biri olacaktır. Bunlara ek olarak, Mustafapaşa beldemizde jeotermal suyun turizm amaçlı kullanımı başlamış olup, bu alanda yatırımların hızla artacağını öngörmekteyiz.
Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, kıymetli misafirler,
Bugün burada gerçekleştirilen bu uluslararası zirvenin; jeotermal kaynakların korunarak değerlendirilmesi konusunda değerli bilgi ve deneyimlerin paylaşılmasına, güçlü ve kalıcı iş birliklerinin kurulmasına katkı sağlayacağına yürekten inanıyoruz. Bu vesileyle, zirvenin organizasyonunda başta Jeotermal Yatırımcıları Derneği olmak üzere emeği geçen herkese en içten teşekkürlerimi sunuyorum. Bizleri teşrifleriyle onurlandıran Cumhurbaşkanı Yardımcımız Sayın Cevdet Yılmaz’a, şahsım ve tüm Nevşehirliler adına şükranlarımı arz ediyorum. Zirvenin hayırlara vesile olmasını, ilimizdeki jeotermal yatırımların artmasına katkı sağlamasını diliyor; hepinizi tekrar saygıyla selamlıyorum.
Jeotermal Yatırımcıları Derneği’nin değerli başkanı ve üyeleri,
Çok kıymetli bakanımız,
Grup başkan vekilimiz,
Milletvekillerimiz,
Belediye başkanlarımız,
Kamu kurumlarımızın ve sivil toplum kuruluşlarımızın, basınımızın değerli temsilcileri, Kıymetli akademisyenler ve yurt dışından gelen çok değerli misafirler,
Hepinizi sevgiyle, saygıyla, muhabbetle selamlıyorum. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.
Jeotermal Yatırımcıları Derneği’nin öncülüğünde düzenlenen Uluslararası Jeotermal Yatırım Zirvesi vesilesiyle sizlerle Nevşehir’de, Kapadokya’da, Güzel Atlar Diyarında bir araya gelmekten büyük mutluluk duyuyorum.
Jeotermal enerjinin ülkemiz açısından önemi ve sunduğu fırsatlar çok değerlidir. Ancak az önce de vurgulandığı üzere jeotermal yalnızca enerji değildir. Jeotermalin çok geniş bir yelpazede kullanımı söz konusudur. Ben biraz hayvanlara benzetiyorum; etinden, sütünden, iç organlarından, derisinden birçok fayda sağladığımız gibi, jeotermal de böyle bir kaynaktır. Enerjiden turizme, sağlığa, maden içindeki madenlerin işlenmesinden seracılığa, tarım alanına kadar çok çeşitli alanlarda kullanımı mümkündür. Değişik derecelerde aynı suyu, çok farklı alanlarda, bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirmek mümkündür. Bu büyük bir nimettir. Gerçekten birçok alanda değerlendirebileceğimiz bir kaynaktır.
Diğer yandan yenilenebilir bir kaynaktır; bu da çok kıymetlidir. Akılcı ve doğru kullanıldığında, bir defa değil, defalarca kullanabileceğimiz bir kaynaktır. Ancak şunu da özellikle belirtmek isterim: Akılcı kullanılmazsa, reenjeksiyonlar ve diğer teknolojiler uygulanmazsa, bu kaynak yenilenebilirlik özelliğini kaybeder ve tüketilmiş olur. Bu nedenle sürdürülebilir ve bütüncül bir anlayışla kullanılması çok önemlidir. İnşallah bu toplantımız, bu anlamda yeni fikirlerin ve önerilerin ortaya konduğu, hayırlara vesile olan bir organizasyon olur. Dolayısıyla bu alana bütüncül bir bakış gerekiyor. Esas olarak başta da söylemiş olayım, jeotermal için sürdürülebilirlik eksenli bir bakış açısına ihtiyaç vardır. Sadece bir bakanlığın ya da bir kesimin bakış açısıyla jeotermale yaklaşmak doğru değildir. Enerji Bakanlığımızdan, Tarım Bakanlığımıza, Sağlık Bakanlığımızdan, Sanayi Bakanlığımıza kadar birçok bakanlık ve kurumun bir araya gelmesi gerekir. Bu sadece kamunun işi değildir; özel sektör, sivil toplum, yerel yönetimler, akademisyenler hep birlikte bu bütüncül bakış açısını ortaya koymalıdır. Düzenlemelerimizi, teşviklerimizi, planlamalarımızı da buna göre şekillendirmeliyiz.
Değerli misafirler, nüfus artışı, sanayileşme ve yaşam standartlarındaki yükseliş küresel ölçekte enerji talebini sürekli artırmaktadır. Fosil kaynakların yüksek maliyeti, çevresel etkileri ve karbon salınımı gündemi dikkate alındığında, elektrik enerjisine olan ihtiyacın giderek artacağı açıktır. Fosil yakıtlar dışındaki kaynaklardan elektrik talebinin önümüzdeki 10 yıl içinde yılda ortalama %3,5 büyümesi beklenmektedir. Yeni teknolojiler, özellikle yapay zekâ ve veri merkezleri gibi alanlar, elektrik ihtiyacını daha da artıracaktır. Bu nedenle elektrik üretimini artırmak ve bunu daha fazla yenilenebilir kaynaklarla gerçekleştirmek zorundayız. Bu bağlamda, yeraltındaki sıcak su ve buharın kullanımıyla elektrik üretmek çok kıymetlidir. Doğru kullanıldığında yenilenebilir bir kaynaktır. Rüzgâr ve güneş enerjisine göre de önemli bir avantajı vardır: Jeotermal enerjiden gece gündüz, dört mevsim elektrik üretmek mümkündür. Bu nedenle doğrudan elektrik bazına katkı sağlar ve diğer yenilenebilir kaynaklara alan açar. Bu yönüyle çok değerlidir hem yenilenebilir hem de istikrarlı bir kaynaktır. Jeotermal enerji sadece enerji alanında değil, tarımdan sanayiye, turizmden sağlığa pek çok alanda kullanılmaktadır. Konutların ısıtılmasından seracılığa, şehir ölçekli sistemlerden endüstriyel süreçlere kadar geniş bir yelpazede çözümler sunar. Düşük karbon salınımı sayesinde iklim değişikliğiyle mücadelede de önemli avantajlar sağlar. Bizim de tüm dünya gibi, iklim konusunda hedeflerimiz bulunmaktadır. Gelişmiş ülkeler mevcut seviyelerini azaltma hedefi koyarken, gelişmekte olan ülkeler ise tahmin edilen artış oranından daha düşük artış taahhüdünde bulunmaktadır. Biz ikinci gruptayız ve bu taahhütleri yerine getirmek zorundayız. Dünyayı daha çok kirletenlerin sorumluluğu daha fazladır; bunu unutmamalıyız. Gelişmiş ekonomiler fosil yakıtlarla gelişmiş, dünyaya bedeller ödetmişlerdir. Şimdi farklılaştırılmış ama ortak sorumluluklarla hepimiz görev alıyoruz. Gelişmiş ülkelerin finansal ve teknolojik destekle diğer ülkelere katkı sağlaması gerekiyor. Biz de yapmamız gerekeni eksiksiz yapmalıyız.
Türkiye’nin makroekonomik durumu da şanslıdır. Cari açığımızın büyük kısmı emtia ve petrol gibi dışa bağımlı ürünlerden kaynaklanmaktadır. Yeşil dönüşümü gerçekleştiren, enerjiyi verimli kullanan ve yerli yenilenebilir enerjinin payını artıran bir Türkiye, cari açığını azaltacaktır. Bu aynı zamanda özel sektörün rekabet gücünü artırır; çünkü enerji maliyetleri düşer.
Bazen gereksiz tartışmalar yaşanıyor. Mesela iklim kanunumuzun içinde olmayan unsurlar kamuoyunda farklı algılarla gündeme getiriliyor. Bizim amacımız nettir: Ülkemizde yeşil dönüşümle enerjiyi daha verimli kullanmak, işletmelerimizin rekabet gücünü artırmak, enerjide dışa bağımlılığı azaltmak ve makroekonomik istikrarı güçlendirmektir. Avrupa’da 2026’da sınırda karbon düzenlemesi yürürlüğe girecek. Eğer ülke içinde bir emisyon ticaret sistemi kurmazsak, firmalarımız Avrupa’ya vergi ödemek zorunda kalacak. İklim kanunu çerçevesinde en önemli işimiz bu sistemin kurulmasıdır. Böylece ödenecek vergiler Türkiye’de kalacak ve sanayinin yeşil dönüşümü için kullanılacaktır. Kamuoyunun kafasını karıştıran yanlış bilgilerin önüne geçmek isteriz.
Değerli katılımcılar, jeotermal enerjiye yönelik küresel ilgi artmaktadır. 2024 itibarıyla dünyada jeotermal enerji kurulu gücü 17.000 MW’a ulaşmıştır. Uluslararası Enerji Ajansı’na göre önümüzdeki 25 yılda jeotermal enerjinin küresel yenilenebilir enerji içindeki payı %0,5’ten %3-5’e yükselecektir. Enerji pastası büyüyecek ve jeotermalin payı artacaktır. Mevcut kapasitenin büyük bölümü ABD, Endonezya, Filipinler ve Türkiye’de yoğunlaşmıştır. Ülkemiz dünyada dördüncü sıradadır. Yapılan etütler, 1734 MW olan kurulu gücümüzü ilk etapta 40.000 MW’a yükseltmenin mümkün olduğunu göstermektedir. Yılın dört mevsiminde sürekli enerji sağlayan çok değerli bir kaynaktır. Bugün 66 jeotermal santralimizle dünyada 4’üncü, Avrupa’da ise 1’inciyiz. Ancak bu yeterli değildir. Çok hızlı bir atılım yapmamız gerekiyor. Ülkemizde 150 ana tedarikçi ve yaklaşık 350 alt imalatçıdan oluşan bir ekosistemle, jeotermal enerji sektöründe 50.000 kişiye istihdam sağlanmaktadır. Yerli üretim oranı %55’lere ulaşmıştır. Jeneratör, güç elektroniği, gaz türbini, egzoz sistemi, yağlama sistemi, hız kontrol sistemi ve buhar enjektörü gibi aksamlar yerli üretilebilmektedir.
Türkiye’de jeotermal kaynaklar, özellikle seracılıkta kullanılarak tarımsal üretime önemli katkı sağlamaktadır. Tarım stratejik bir sektördür ve önemi giderek artmaktadır. Jeotermalin tarımda kullanımı, verimliliği ve sürdürülebilirliği artırmak için akılcı uygulamalar, teknolojiler ve dijitalleşme önemlidir. Türkiye genelinde jeotermal enerji ile 160.000 konut eşdeğeri yapı ve yaklaşık 10.000 dekar sera ısıtılmaktadır. Bu sayı artırılmalıdır. Nevşehir örnek bir ilimizdir. Jeotermalin enerji, turizm ve tarımda sürdürülebilir bir şekilde kullanıldığı model bir ildir. Ayrıca doğal mineralli sular, içme suyu ve sağlık turizmi açısından da katma değer sağlanmaktadır. Termal turizmde 53 termal turizm merkezi ve 4 kültür ve turizm koruma gelişim bölgesi bulunmaktadır. Ülkemizde 2 milyon 23 bin kişiye hizmet veren 520’den fazla aktif kaplıca ve spa tesisi vardır. Türkiye, termal uygulamalar alanında dünyada ilk üçtedir. Bu noktada, turizm ve sağlık turizmini birleştirerek katma değeri yüksek bir sinerji oluşturabiliriz. 2030’a doğru dünyada termal turizm pazarının 100 milyar dolara ulaşması bekleniyor. Bizim payımız yetersiz, artırmalıyız. Termal turizm, bölgesel kalkınma ve istihdam açısından da çok önemlidir.
Türkiye’nin turizm geliri 61 milyar doları aşmış, 62 milyon turist ağırlamıştır. Geceleme başına değer artmıştır. Türkiye artık turizmden daha fazla katma değer ve gelir elde etmektedir. Cari açığın kapatılmasında turizmin katkısı büyüktür. Sayısal artış kadar, kalite artışı da önemlidir. Türkiye’nin dünyada ilk üç ülke arasına girmesi hedeflenmektedir. Orta vadeli programla uyumlu olarak, yaş meyve sebze arz sürekliliği için jeotermal enerji kaynaklı sera ve organize tarım bölgesi yatırımları hızlandırılmıştır. Nevşehir’deki çalışmalar bu doğrultudadır. Jeotermal enerjinin sunduğu fırsatların değerlendirilmesi, yatırım ortamının iyileştirilmesi ve sektörel dönüşümde kaldıraç etkisinin artırılması önemlidir.
Türkiye, jeotermalin sessiz gücünü doğru stratejilerle birleştirerek bölgesel ve küresel liderlik potansiyeline sahiptir. Ulusal jeotermal stratejisi oluşturularak enerji, turizm, tarım, sağlık ve sanayi sektörleri entegre bir vizyonda buluşturulabilir. Yerli teknoloji üretimi güçlendirilirken İzlanda ve Kenya gibi ülkelerle uluslararası AR-GE iş birlikleri teşvik edilebilir. Uluslararası misafirlerimizin katkıları değerlidir. Uluslararası iş birlikleri hem öğrenme hem yeni projeler için önemlidir. Yerel yönetimler desteklenerek kentsel ısıtma, termal sağlık, su ve tarımsal uygulamalarda jeotermalin yaygın kullanımı artırılmalıdır. Ancak bu, kamu, özel sektör, sivil toplum, yerel yönetim ve akademi iş birliğiyle mümkün olacaktır. Hep birlikte çalışalım, planlayalım ve uygulayalım. Uluslararası iş birliklerini güçlendirelim, yeni teknolojilerle geleceğe bakalım. Yapay zekâ ve dijitalleşmeyi yeşil dönüşümle ilişkilendirerek sektörü ileri taşıyalım.
Bu duygu ve düşüncelerle, Jeotermal Yatırımcıları Derneği Başkanı Sayın Ömer Tosun’a, derneğe, organizasyona destek veren ve emek harcayan herkese teşekkür ederim. Yurt içi ve dışından katılan tüm misafirlere, Nevşehir Valimize, milletvekillerimize ve yerel yöneticilerimize teşekkürlerimi sunuyorum.
“Küresel Enerjinin Geleceği: Jeotermalin Yükselen Rolü ve Türkiye’nin Liderliği”
Bugün, Jeotermal Yatırımları Uluslararası Zirvesi’nin ilki yapılıyor. Az önce Cevdet Bey söyledi ya, “En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim” diye. Çünkü arada kaynayabilir. Kapadokya, dünyada sorulduğunda peri bacalarıyla, yeraltı şehriyle, Ihlara Vadisi’yle ve en erken Hristiyan yerleşim merkezlerinden biri olmasıyla tanınır; herkesin adeta hacca gider gibi gelmek istediği bir yerdir. Ama şimdi görüyoruz ki, bu toplantıda da net bir şekilde ortaya çıkıyor: Kapadokya, Batı Anadolu kadar olmasa da jeotermalde çok önemli bir merkez olma potansiyelini taşıyor. Şayet az önce Ömer Bey’in ve Cevdet Bey’in ortaya koydukları bütüncül strateji ve vizyon uygulamaya geçecekse, Türkiye’nin, Avrupa’nın birinci ve dünyanın dördüncü jeotermal oyuncusu olarak Kapadokya’yı uluslararası bir merkez olarak konumlandırması gerekiyor; sadece elektrikte değil, doğrudan kullanımda da olacak şekilde. Biliyorsunuz, bu tür yerler insanları çekebilmek, yatırımcıları çekebilmek, özellikle yetenekleri getirebilmek için bazı özelliklere sahip olmalı. Kaliforniya’da Silikon Vadisi neden var? Başka yerde yok. Oranın doğası, sağladığı imkanlar. Fransa’da kurulmuş teknoloji merkezleri aynı şekilde. İnsanlar böyle yerlere gitmek istiyor; tenis oynasınlar, tarihi güzellikler görsünler, gastronominin tadını çıkarabilsinler.
Kapadokya bu açıdan çok ideal bir yer ve küresel anlamda bir mükemmeliyetçilik merkezi olabilir; jeotermalde de olabilir. Bence bunun nüvesi bugün burada atılıyor. Bir de şuna çok fazla değinmedik: Yani vizyonu ortaya koyduk, ama bu konuda bir master plan yapılması gerektiğini hepimiz net bir şekilde görüyoruz. Jeotermalin atlasının güncellenmesi gerekiyor ve hedefler çok iddialı. 1.7 GW’tan 2035’e kadar 3’e mi çıkar, 4’e mi çıkar? Ya da daha ileride Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısı 40 GW’tan bahsetti, 60 GW konuşuldu. Ama şu anda dünyadaki jeotermal üretim, Türkiye’nin rüzgârdan sağladığı elektriğin kurulu gücünün biraz üzerinde, yani 17-18 GW düzeyinde. Dolayısıyla alınacak çok büyük bir mesafe var. Burada aslında helva yaklaşımı karşımıza çıkıyor: Un var, şeker var, yağ var. Bu helvayı nasıl yapacağız? Çünkü Türkiye’de kaynak olduğu ortada, yeni kaynaklar keşfedilmeyi bekliyor. Aynı şekilde Türkiye’de insan sermayesi son derece zengin; mühendisiyle, müteşebbisiyle ve yeni yetişmekte olan nesille. Galiba en büyük eksikliğimiz, bu vizyonu harekete geçirebiliyor muyuz? Bu sadece jeotermalde değil, diğer alanlarda da görülüyor. 2023 vizyonunda gördük; dünyanın en iddialı hedeflerini ortaya koyduk ama gelin görün ki yarısına bile ulaşamadık. Vizyonu ortaya koyacaksınız ama nasıl uygulayacağınızı da ortaya koymanız lazım. Bir de arkasına finansı getirebiliyor musunuz? Doğrudan yatırımı getirebiliyor musunuz? Ki bu bizim zirvenin ana teması. Koşullarını üç aşağı beş yukarı biliyoruz: Türkiye’de para yok ve enerji yatırımları pahalı yatırımlar. Ben daha çok petrol ve doğalgaz sektöründe uzun yıllar çalıştım, yenilenebilir enerji ve elektrik sektörlerinde de çalışmaya başladım. Madencilikte de çalışıyoruz ve gerçekten başlangıç maliyetleri çok yüksek. Bunu yatırımcının, girişimcinin tek başına karşılaması mümkün değil.
Ya devlet önünü açacak, zemin taşlarını döşeyecek, siz üzerinden gideceksiniz, riskleri paylaşacak sizinle; ya da dışarıdan bu yatırıma inanan, fizibilitesine güvenen finans güçleri, güven esasına dayalı olarak uzun vadeli istikrarı da görerek gelecekler. Şimdi isterseniz jeotermale ya da Türkiye’nin enerjisine girmeden önce size kısa bir ufuk turu vermek istiyorum; dünya enerjisi konusunda. Neden? Çünkü Türkiye, dünya enerji sistemiyle bütünleşmiş bir vaziyette. Bakarsanız eğer; fosil yakıtlarda bugün %98 doğalgazda, %95 petrolde, %50’ye yakın kömürde, finansmanda, teknolojide, ticarette Türkiye dış dünyaya, göbeğinden bağımlı. Böyle “lamı cimi” yok bu işin. %98 diyorum doğalgazda. Karadeniz’de üretilecek gaz ne zaman gelir ne kadarını karşılar? Onlar ayrı hikâye. Böyle bir ülke açısından cari işlemler meselesi var; büyük paralar ödüyoruz dışarıya, 60 milyar dolara varan. İkincisi, acaba ikmal güvenliğinde bir sorun olur mu? Yarın bir gün Rusya ile bir sorun yaşarsak, jeopolitik bir çatışma çıkarsa, aynı Avrupa Birliği’nin kopuşu gibi bizim de kopma ihtimalimiz var mı? Irak’tan gelen petrol, Azerbaycan’dan gelen doğalgaz ve petrol, LNG gemileri… Bunların hepsi aslında risk faktörü. O açıdan enerji deyince, Türkiye’de ben Çin’de diplomat olarak uzun süre görev yaptım, Hindistan’da da OECD programlarını yürüttüm; o ülkelerde de aynı şey var: Enerji, tek başına enerji değil; tek başına ikmal güvenliği değil, tek başına dayanıklılık değil; tek başına finans değil, yatırım değil. Enerji aynı zamanda milli güvenlik sorunudur. Bunu Portekiz’de, İspanya’da daha geçtiğimiz haftalarda gördük değil mi? Ne oldu? Ulaşım sistemi çöktü, iletişim sistemi çöktü, hastaneler kullanılamadı ve merkezleri çöktü. Bu bize şunu da gösterdi: Olay sadece ikmal güvenliği değil, mevcut enerji sistemlerinin güvenliğini ve dayanıklılığını nasıl sağlayacağımız meselesidir. İspanya’nın ve Portekiz’in yaşadığı durum, yenilenebilir enerjiye daha fazla dayanmanın sonucudur. Doğalgaz ve nükleer gibi kaynaklara alışmış sistem, yenilenebilir kaynaklar tarafından tam olarak karşılanamadı ve kısa bir kesinti bile sistemi çökertti. Bu yaşananlar bizim için bir işaretti. Aynısı Türkiye’de de yaşanabilir. OECD ülkelerinin hepsi de benzer bir riski taşıyor. Hele ki dijitalleşme arttıktan sonra enerji sektöründe siber saldırılarla artık F-16’ların, S-400’lerin, tankların, füzelerin, drone’ların yapamadığını yapabiliyorsunuz. Ülkelerin ekonomilerini ve sosyal sistemlerini çökertmek mümkün hale geliyor. Enerji, işte bu kadar kritik bir alan. Şimdi yeni dinamikler var. İsterseniz biraz onlardan bahsedeyim. Birincisi, hepimizin diline pelesenk olmuş “yeşil enerji” meselesi. Enerjide dönüşüm, değişim, karbon emisyonlarının azaltılması… Bu konuda elbette kimse itiraz etmez. Hepimiz, fosil yakıtlardan yavaş yavaş uzaklaşıp yeşil enerjiyi esas kaynak haline getirmek istiyoruz. Hem temiz ekonomi açısından hem cari işlemler açığının azaltılması açısından Cevdet Bey’in de söylediği gibi hem de teknolojinin yerinde kullanılması bakımından. Ama bu kolay bir iş değil. Şu rakam hepimize adeta soğuk duş etkisi yapmalı ve kısa sürede değişmesi de pek mümkün değil: Dünya enerji kullanımında fosil yakıtların yani petrol, doğalgaz ve kömürün payı %81.Bugün konuştuğumuz tüm diğer kaynaklar nükleer, yenilenebilir, hidrojen, yakıt hücreleri geri kalan %19’a giriyor. Bu %81’lik oranı bugünden yarına azaltmak mümkün değil. Üstelik bu oran 30 yıl önce de %85-87 civarındaydı. Evet, artık zaman değişti; sürat çağındayız, her şey çok daha hızlı gelişiyor. Ama yenilenebilir enerjinin bu hızla fosil yakıtların yerini alması gerçekçi değil. İspanya ve Portekiz örnekleri de bunu gösteriyor. Yani nükleer, doğalgaz ve kömür santrallerinin yerini baz yük açısından yenilenebilir enerji şu an için dolduramaz. Elbette zamanla yenilenebilir enerjinin payını artıracağız. Bugün elektrik üretiminde yenilenebilir enerjinin dünya genelindeki payı %30’a yaklaştı. Daha da artacak. Ama bu iki enerji kaynağını birbirine alternatif olarak görmememiz gerekiyor. Ayrıca her ülkenin dönüşüm süreci farklıdır. Türkiye’yi Malta’yla, Polonya’yla, Hindistan’la, Çin’le, Arjantin’le ya da Amerika’yla aynı kefeye koyamazsınız. Şimdi, Amerika’da yönetim değişti. Trump ikinci döneminde, ilk döneminde olduğu gibi, “küresel enerji hâkimiyeti kurmak istiyoruz” diyor. Ki bunda haksız da değil. Bugün ABD, özellikle petrol ve doğalgazda dünyanın lider üreticisi konumunda. Kimse konuşmuyor ama ABD, Rusya ve Suudi Arabistan’ın önünde. Shale petrol ve shale gaz sayesinde bu noktaya geldi. Trump’ı yalnız bir kurt olarak görmeyin. Onu iktidara taşıyan çok güçlü bir koalisyon var. Çılgın demeçler veriyor gibi görünse de “Kanada’yı da verin”, “Panama’yı da alacağız”, “Donbas’ı, Kırım’ı bize bırakın” gibi arkasında ciddi bir hazırlık ve strateji var. Ben Washington’da Trump’ın geçiş ekibiyle de görüştüm. Daha Trump seçilmeden hazırlıklar yapılmıştı. Soğuk Savaş bittiğinde hepimiz yeni bir dünya düzeni bekliyorduk. Ama olmadı, hâlâ kurulamadı. Trump ekibinin amacı, doğru ya da yanlış, vizyonları ya da kişilerden bağımsız olarak yeni bir dünya düzeni kurmak. Bu amaçla Çin’i dengelemek için Rusya ile, yani Putin’le masaya oturmayı düşünüyorlar. Avrupalılardan bir beklentileri yok; “kendi başlarının çaresine baksınlar” yaklaşımındalar. Ortadoğu’da yeni bir düzen kurulacaksa, bunun temel taşları Türkiye, Suudi Arabistan ve İsrail olacak. Bu ülkeleri birbirine konuşturacaklar. İstediği kadar Türkiye “Netanyahu ile görüşmem” desin. Yani bir dünya düzeni oluşma süreci içerisindeyiz ve bunun içinde enerjinin rolü çok büyük. Şimdi teknoloji çok konuşuluyor, özellikle dijitalleşmeyle birlikte. Yapay zekâ sayesinde artık enerjide verimlilik ciddi şekilde artıyor. Şimdiye kadar düşünülmeyen kaynaklar devreye giriyor, maliyetler önemli ölçüde düşüyor. Bu gelişmelerin jeotermale de büyük katkısı olacak. Jeotermalin maliyeti yüksek: Her megavat için yaklaşık 3 milyon dolar. Rüzgâr ve güneşin 2,5-3 katı. Ama getirisi yüksek olabilir. Burada da teknolojinin devreye girmesi gerekiyor. Fakat teknoloji yalnızca kolaylık sağlamıyor, aynı zamanda “disruption” da yaratıyor yani ortalığı karıştırıyor. Çok hızlı geliştiği için teknolojiyi yakalamakta zorlanıyorsunuz. Bugün 100 milyon dolarlık yatırım yapıyorsunuz, iki yıl sonra demode hale geliyor. Yenisine yatırım yapmak zorunda kalıyorsunuz. iPhone gibi düşünün: Alıyorsunuz, bir yıl sonra yenisi çıkıyor. Dolayısıyla teknoloji, enerji dünyasında belirleyici rolünü sürdürecek. Ve bu alanda tartışmasız üstünlüğü olan ülke Çin. Bir zamanlar Çin ürünleri deyince uzak durulurdu ama artık öyle değil. Yapay zekâda Çin, ABD ve Avrupa Birliği’nin toplam yatırımlarını yakalayacak düzeyde. Elektrikli araçlarda 10 yıl içinde dünya lideri oldu. ABD’yi ve Avrupa’yı geride bıraktı. Enerjide de hem dünyanın bir numaralı enerji tüketicisi hem de yenilenebilir enerji ve elektrikli araçlarda en önde gelen oyunculardan biri. O yüzden, uluslararası yatırımcı derken sadece Avrupalıları ve Amerikalıları düşünmeyelim; Çin’i de mutlaka işin içine katmalıyız. Ayrıca Körfez ülkelerindeki ve Güneydoğu Asya’daki egemen servet fonlarını da unutmamalıyız. Bir de şu gerçek var: Dünyada ciddi bir enerji yoksulluğu söz konusu. Avrupa Birliği kaynaklı Cevdet Bey’in de söylediği gibi yeşil mutabakat, sınırda karbon vergisi gibi uygulamalar biraz zengin ülkelerin gündemidir. Bugün dünyada 1 milyarın üzerinde insanın ticari enerjiye erişimi yok. Bunların çoğu Afrika’da. Bu insanlar için karbon emisyonu azaltmak bir öncelik değil. Oysa Afrika kıtasının tamamının karbon emisyonu, dünya toplamının %3’ü bile değil. Orta Asya, Asya ve Latin Amerika’da da bu konu öncelikli değil. Şu anda bu gündemi sadece Avrupa Birliği taşıyor. Amerika Birleşik Devletleri ise bu gündemden çekildi. Trump’ın ilk döneminde yaptığı ilk işlerden biri iklim değişikliği sözleşmesinden çekilmekti. İkinci döneminde de yine aynı adımı attı. Biden’ın politikalarını tersine çevirerek ilerliyor. Onun için iklim değişikliği meselesi önemli. Evet, Yeşil Mutabakat Avrupa Birliği’ni ve bizi de etkileyecek. Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısı 2026’da yürürlüğe girecek dedi ama ben pek zannetmiyorum. Çünkü Almanya’da yeni gelen hükümet bunu hızla değiştirecek. Avrupa Birliği’nin bu politikasını gevşetecekler. Çünkü AB’nin rekabet gücü ciddi şekilde aşındı. Artık ne Çin’le ne Hindistan’la ne ABD’yle rekabet edebiliyor. Enerji fiyatları çok yükseldi. Amerika’daki enerji maliyeti ile Avrupa Birliği’ndeki arasında 6 kat fark var. Böyle bir düzende siz nasıl rekabet edeceksiniz? Diğer önemli bir husus ise enerjideki jeopolitik gerilimler. Artık enerjinin jeopolitiği sadece petrol, doğalgaz ve ikmal güvenliği değil. Ben Uluslararası Enerji Ajansı’nın Asya Pasifik Bölümü Başkanlığını yaptım. O zamanlar kafamızda tek bir şey vardı: Özellikle Çin’in artan petrol talebi nedeniyle dünyadaki denge bozulduğunda bunu nasıl sağlayabiliriz? Sadece buna odaklanıyorduk. Bugün enerji güvenliği deyince evet, ikmal güvenliği hâlâ önemli ama artık talep güvenliği de en az onun kadar önemli.
Suudi Arabistan’a, Kazakistan’a, Irak’a, Amerika’ya, Venezuela’ya bakın. Enerji üretiyorlar ama satacak pazar bulmakta zorlanıyorlar. Yani “üreteceğim ama talep var mı?” sorusu giderek belirleyici hale geliyor. Bu nedenle fiyatlar belirlenirken sadece arz değil, talep güvenliği de hesaba katılıyor. Bir diğer büyük tehdit ise siber güvenlik. Siber saldırılarla her şeyi altüst edebiliyorsunuz. Geçiş yolları Malaka Boğazı, Panama Kanalı, Süveyş Kanalı, bizim Boğazlar hem jeopolitik hem enerji taşımacılığı açısından büyük önem taşıyor. Bir de Ömer Bey’in konuşmasında dikkat çekici bir konu vardı: Bizdeki sularda lityum çıktı. Artık lityum, petrolden bile daha kıymetli hale geldi. Çünkü yenilenebilir enerjide, elektrikli araçlarda, uzay teknolojilerinde kullanılıyor. Lityum, kobalt, nikel, nadir toprak elementleri artık petrol ve doğalgazdan daha değerli ve stratejik. Bunların da bir jeopolitiği var. Çin bu alanda büyük üstünlük sağladı. Kritik minerallerin yaklaşık %90’ının işlenmesi ve kontrolü Çin’in elinde. ABD yüksek tarifeler getirdiğinde Çin hemen birkaç nadir toprak elementinin ihracatını durdurdu. ABD anında “ticaret görüşmelerine başlayalım” demek zorunda kaldı. Dünyada bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye daha önce de söylediğimiz gibi enerjiye göbeğinden bağlı. Ne yeterince finansman var bu yatırımları destekleyecek, ne teknoloji yeterli (yavaş yavaş gelişse de hâlâ büyük ölçüde dışa bağımlı), ne de ticaret alanında elimiz serbest. Gümrük Birliği nedeniyle Avrupa Birliği’ne bağlıyız. İstediğimiz kadar hareket kabiliyetimiz yok. Bu nedenle Türkiye’nin uygulayacağı tüm stratejilerin bir kalkınma modeliyle bağlantılı olması gerekiyor. Keşke Cevdet Bey burada olsaydı. Çünkü kendisi iyi bir kalkınma ekonomisti. Bize de vizyoner bir çerçeve sundu. Ama ben kısa sohbetimizde şunu söyledim: Vizyon güzel ama uygulama nasıl olacak? 2023 hedeflerine bakınca hükümetin bu konuda pek başarılı olamadığını, dış koşulların da buna etki ettiğini görüyoruz. Ayrıca bu sürece yatırımcıları ve girişimcileri dahil etmeden, onların önünü açmadan, dünyadaki uygulamaları ve en iyi örnekleri hesaba katmadan bu iş yürütülemez. Buradan çıkacak en önemli mesajlardan biri de bu olmalı: Evet, güzel konuşuyoruz. Sorunları da çözümleri de biliyoruz. Dünya bu konuda ne yapmış, hangi örnekler var, bunları da biliyoruz. Jeotermalde Türkiye, son 10 yılda dünyaya örnek olacak bir ilerleme kaydetti. Ama bu nasıl uygulanacak? Nasıl finanse edilecek? Bu işin riski büyük. Her kuyunun açılması ciddi yatırım gerektiriyor. Bunu özel sektörün tek başına yapması mümkün değil. Burada özel-kamu-uluslararası iş birliği kaçınılmaz. Türkiye enerji politikasını oluştururken bu politikayı kalkınma modeliyle entegre etmek zorunda. Endüstri 4.0’la, tarım politikasıyla, sağlık politikasıyla, şehirleşmeyle entegre olmalı. Bu sadece Enerji Bakanlığı’nın yapacağı bir iş değil. Hatta ben olsam, Cevdet Bey gibi bir ismi bu entegrasyondan sorumlu, Enerji Bakanlığı, Tarım, Sanayi, Şehircilik, Yerel Yönetimler ve Dışişleri’yle koordineli çalışacak şekilde, Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak görevlendiririm. Çünkü mevcut yapı dağınık. İyi niyetli ama bir yere varamıyor. Bunu artık görmemiz gerekiyor. İkinci mesele: Güven yaratmak gerekiyor. Potansiyel var, görüyoruz. Ama benim hep vurguladığım bir kavram var: 3G Stratejisi. Ağzınızla kuş tutsanız da dünyanın en iyi vizyonunu hazırlasanız da en nitelikli insan kaynaklarını getirseniz de muazzam kaynakların üzerinde otursanız da… bu “3G” yoksa bir adım ileri gidemezsiniz. Nedir bu? Güven, güven, güven. Bunu yaratamazsanız ne sermaye gelir ne yatırımcı gelir ne de içerideki oyuncular motive olur; yurt dışına giderler. Ki ben bunda da bir sakınca görmüyorum. Çünkü Türkiye, jeotermalde yatırım ihraç edebilecek bir ülke konumuna geldi. Bugün Afrika’da, Güneydoğu Asya’da, Latin Amerika’da, bazı Avrupa ülkelerinde Türkiye bu “Türk modeli”ni ihraç edebilir. Devletin de desteğiyle. Londra’da yaşıyorum; görüyorum. Orada devlet, simitçiye, tatlıcıya bile sübvansiyon veriyor, dükkân açsın diye, mağaza açsın diye. Bunu burada da yapmalı devlet. Getiri varsa, yapsınlar. Ama asıl öncelikli olan alanlara yönelmeli.
Uluslararası iş birliğinde de elbette rekabet var. Hiç kimse rakibini büyütmek ya da daha güçlü hale getirmek istemez. Onun için burada da uluslararası iş birliklerinin kazan-kazan temelinde yürütülmesi gerekiyor. Bu siyasette de çok konuşulur ama pek yerine getirilmez. Yani siz kazanıyor, başkası kaybediyorsa bir sonuç almamız mümkün değil. Ben diplomat olarak uzun yıllar müzakerelerde buna çok dikkat ettim. Girdiğim her müzakerede heyetimi, heyetlerimizi o yönde yönlendirdim. Mutlaka karşı tarafın da kazanması lazım. Sadece sizin kazandığınız bir müzakerenin başarı şansı yoktur. Kalıcı olmaz, bir süre sonra bozulacaktır. Daha fazla uzatmayayım, belki soru-cevap da olabilir. Son vermek istediğim mesaj şu: Enerji bizim atardamarımız. Bizim de dünyanın da. Ve bambaşka bir yöne doğru gidiyor. Yenilenebilir enerjinin akışı değişmeyecek ama hızı azalabilir. Çünkü Trump politikaları dolayısıyla fosil yakıtlara yatırımlar durma noktasına gelmişti. 2,7 trilyon dolar dünyada küresel enerjiye yatırılan para. Bunun üçte ikisi yenilenebilir enerjiye gidiyordu. Bu oran değişecek. Fosil yakıtlar daha uzun süre bizimle birlikte olacak. Oraya da yatırımlar artacak ve ikisini paralel götürmek lazım. Bunu en son Londra’da bizim kulüpte, Lord Howell’la, eski enerji bakanıyla yaptığımız bir görüşmede demişti ki: “Bu konuda bir taassup var. Ya sadece yenilenebilir enerji ya sadece fosil yakıtlar.” Mümkün değil bu. Hele Avrupa Birliği… Sanki Avrupa Birliği yekvücut bir birlikmiş gibi. Monolitik değil. İçinde 28 tane birbirinden farklı ülke var. Menfaatler var, kaynak dağılımı var. Onun için her ülkenin koşullarına uygun, kalkınma modeliyle uyumlu, stratejik, uluslararası iş birliğine de açık bir yaklaşım izlemek lazım. Jeotermalde Türkiye 10 yılda önemli bir mesafe kat etti. 1,7 GW elbette ki Türkiye’nin 100 GW’ı aşan kurulu kapasitesi ışığında küçük gözükebilir. Dünyada da %0,5. Bizim rüzgâr üretimimiz kadar değil ama potansiyel çok yüksek ve Türkiye burada lider konumunda. Avrupa’da, dünyada da dördüncü. Ve hızla bu dördüncülük mesafesini kat edip Endonezya’nın da önüne geçebiliriz. Yeni Zelanda’sı, İzlanda’sı, Kenya’sı… Buralarda maliyetler nasıl düşürülmüş, onları da biliyoruz, görüyoruz. Çünkü tek başınıza bu küresel dünyada ayakta durmanız mümkün değil. Benim son mesajım budur: Türkiye’nin önünde çok ciddi bir fırsat penceresi vardır. Ekonomik zorluklarımız var, enerji politikası istediğimiz gibi yürümüyor. Ama sadece jeotermale yoğunlaşacaksak, dünyadaki bu lider konumunu mutlaka kullanmamız gerekiyor. Bu anlamda da bu zirve bir nüvedir. Bu anlamda Kapadokya, herkesin gelmek isteyeceği, çalışmak isteyeceği bir yerdir. Burayı jeotermalde küresel bir merkeze dönüştürmek hedef olmalıdır. Sadece vizyon değil, aynı zamanda eylem planıyla, uygulamalarla da bunu göstermemiz lazım. Ve dilerim bu toplantının sonunda hem hükümete hem finansçılara hem uluslararası camiaya net mesajlar veren 10 tane eylem planı çıkartabiliriz. Ve önümüzdeki yıl bu toplantıyı yaptığımızda burada nasıl bir ilerleme kaydedildiğini de görmüş oluruz. Bu vesileyle bu girişimin öncülüğünü yapan, 17 şapkası vardı galiba, Ömer Bey’e tekrar teşekkür ediyoruz. Çünkü böyle sürükleyici liderler olmazsa bir yere gitmeniz mümkün değil. Liderlik bence kritik önem taşıyor. Önümüzdeki haftalarda çıkacağını tahmin ettiğim bir kitabım var: Yeni yazdığım Çılgın Liderler Çağı. Ne yazık ki alışılagelmiş yöntemlerle, “business as usual” dediğimiz, soğukkanlı, artısını eksisini hesabını yapan, fizibilitesini 50 kere süzgeçten geçiren liderlerle danışmalar önemlidir ama böyle sonuçsuz danışmalarla vakit harcayan liderlerle bir yere gitmek mümkün değil. Çünkü çağımızın sorunları çok birikti. Radikal dönüşümlere ihtiyaç var. Hızlı kararlara ihtiyaç var. O yüzdendir ki, belki de ne yazık ki, dünyada otoriter liderler çoğalmaya başladı. Şi Jinping’inden Putin’ine, Macar lideri Viktor’a, Hindistan’da Modi’ye… Trump’ı anlatmaya bile gerek yok. Bunlar ya dönüşümü sağlamada çok hızlı, kararlı adımlar atabilirler ya da ülkelerini –geçmişte olduğu gibi, dünya tarihinden biliyoruz– felaketlere sürükleyebilirler. Onun için akıllı, çılgın, cesur liderlere ihtiyaç var. Enerjide de öyle, jeotermalde de öyle. Ama görüyoruz ki bu alanda liderlik sıkıntısı çekilmiyor. Birazcık yatırım, birazcık finans sağlayabilirsek, bence çok hızlı bir şekilde bu sektörde ilerleme kaydedilecektir diye düşünüyorum. Teşekkür ediyorum.
Eğer herhangi bir sorunuz varsa, bir ya da iki soru alabiliriz. Vakti bilmiyorum ama buyurun efendim.
Prof. Dr. Mustafa TOPALOĞLU: Öncelikle çok teşekkür ediyoruz bu ufuk açıcı konuşmanız için. Tabii, bahsettiğiniz en son Portekiz ve İspanya’da yaşanan enerji krizi 45 yıl önce Amerika’da da olmuştu böyle bir noktada. Yenilenebilir enerjiden önemlidir. Acaba istikrarlı yenilenebilir enerji bakımından jeotermalin, bu arada termik santrallerin, geleceği ne olacak? Gelecek enerji perspektifinde bu konuda biraz değerlendirmenizi almak isterim. Acaba jeotermal biraz öne geçecek mi? Çünkü sürekli sıcak su alttan geliyor. Bu noktada bir değerlendirmenizi rica edeceğim.
Mehmet ÖĞÜTÇÜ: Evet. Şimdi bu kriz aslında İspanya ve Portekiz’de yaşanan, ama daha öncesinde başka yerlerde de yaşanan hatta pek bilinmez ama Amerika ile İsrail, İran’daki elektrik sistemini de kararttı iki günlüğüne, “göstermek için size ne yapabiliriz, silaha da gerek yok bunun için” diye. Şimdi baz yükünü sağlam tutan kaynaklara her zaman ihtiyaç var. Hani deriz ya, finansmanda da yatırımda da: “Bütün yumurtaları aynı sepete koymayın.” Nükleer pahalı mı? Rüzgâra kıyasla pahalı. Ama Türkiye’nin nükleere ihtiyacı var. Ama bu, 35 milyara mal olacak olan cinsten bizim ona “white elephant” dediğimiz, beyaz fil projeleri değil. Şimdi SMR’lar çıktı biliyorsunuz, daha küçük boyutlu. Hem maliyeti daha düşük hem atık yönetimi kolay hem güvenliği daha elverişli. Nükleer mutlaka olmak zorunda enerji miksinde. Doğalgazdan vazgeçemeyiz. Geçiş süreci yakıtı diyorlar ama değil. Daha dünyayı 200 yıl götürecek kadar doğalgaz var. Mevcut kaynaklar ışığında kömür… Öyle ülkeler var ki Çin’de elektriğin hâlâ %75’i neredeyse kömür santrallerinden karşılanıyor. Polonya deseniz öyle, Amerika deseniz öyle, Hindistan, Rusya… Silip atamazsınız bir anda. Belki daha yeşillendirebilirsiniz, temiz işletilmesi sağlanabilir. Jeotermal de bu anlamda rüzgâr vardı, güneş yoktu dalgalanmalarına uğramayacak, istikrarlı, uzun vadede güven uyandıran bir enerji kaynağı. Ve hepsi tekrarlanabildiği gibi sadece elektrik olarak görmemek gerek. Belki onun ötesinde potansiyelini 500 kat artırabileceğiniz alan işte tarımdaydı, seracılıktaydı, turizmdeydi, sağlık termal turizmdeydi kullanılabilecek bir enerji. Başlangıç maliyetleri yalnız yüksek. Yani 10 yıl dayanabilirseniz, devletin de vereceği destekle, satın alma garantileriyle, ondan sonra zaten kazanç imkânı çok yüksek diğer enerji kaynaklarına kıyasla. Onun için dünya baz olarak kullanabileceği ve istikrarı sağlayacak, direnç sağlayacak kaynaklardan vazgeçmeyecek. Ama buna destek olarak da rüzgârda, güneşte, biyokütlede ve diğerleri de kullanılabilecek. Olayı böyle görmek lazım. Ben, “Bütün fosil yakıtları temizleyelim” anlayışını çok yanlış bir algı olarak görüyorum. Bakın, güneş tek başına dünyanın enerji ihtiyacını karşılayabilir. 3 saatlik yeryüzüne çarpan güneş ışınları, dünyanın 50 yıllık enerji ihtiyacını karşılar gibi hesaplar yapılıyor. Ama gerçekte böyle olmadığını görüyoruz. Zamanla belki çok daha hızlı evrilecek. Biz daha eski nesiliz enerjide. Bizim dönemimizde 10-15 yılda ancak sonuçlar alınabiliyordu. Şimdi 10-15 yılda yapılan işler 2 yılda, 3 yılda yapılabiliyor. Ya da daha kısa sürelere devrilebiliyor. Yeni kuşak, Z kuşağı belki çok daha farklı yaklaşacak enerjiye. Biz fosil yakıtlar kuşağıydık. Şimdi yeni, yenilenebilir enerji kuşağı oluşuyor. Bizden sonra gelecekler kim bilir nereye götürecek. O anlamda jeotermal yine sağlam, ayağı yere basan ve her zaman güvenilebilecek bir enerji kaynağı olarak duracak. Şu andaki potansiyeli düşük tabii. Yani 1,7 GW Türkiye’nin ihtiyaçları açısından çok düşük bir rakam. Ama o konuştuğumuz gibi, eğer çıkartılabilirse önce 4.000’e, arkasından 40.000–60.000 GW’a… Ki dünyada da böyle bir artışın olması gerekiyor. O anlamda bir “oyun değiştirici” olabilir. Bunun için de bence bu Kapadokya’da başlatılan süreç çok çok önemli. Evet, başka soru yoksa teşekkür ediyorum. Teşekkür ederim Sayın Hocam.
İsmail KARA: Ben Afyon Jeotermal A.Ş. Genel Müdürüyüm. Daha önce MTA Genel Müdürlüğü Enerji Dairesi Başkanlığı’nda ve Jeotermal Enerji’nin bağlı olduğu dairenin başkanlığında görev yaptım. Şimdi, ülkemizde enerji arz güvenliğinde jeotermal enerjinin elbette önemli bir payı var. Az önce Mustafa Hocamın sorduğu soruya da değinmek istiyorum. Şu anda jeotermal enerjide elektrik üretiminde kullanılan santrallerimiz daha çok sulu sistemlere, yani konvansiyonel sistemlere dayanıyor. Ancak önümüzdeki dönemlerde enerji arz güvenliğimizi sağlamak için, ülkemizin sahip olduğu başka bir jeotermal potansiyelin de artık gündeme gelmesi gerekiyor. O da “kızgın kuru kaya” çalışmalarımız. Bugüne kadar binlerce sondaj yapılmış, yer kabuğunun derinliklerinde yüksek sıcaklıklar tespit edilmiştir. Ancak bu alanlarda maalesef akışkan olmadığı için üretim yapılamamıştır. Bu bölgelerden en önemlilerinden biri Orta Anadolu’dur ve bu bölge bu konuda ciddi bir potansiyel barındırmaktadır. MTA Genel Müdürlüğü’nde görevliyken biz bu çalışmalara başlamıştık, ancak yarım kaldı. Ülkemizin enerji arz güvenliği için hem jeotermal alanlarımızda hem de özellikle Türkiye Petrolleri’nin yaptığı sıcak su tespit edilen sondajlarda tüm potansiyelin değerlendirilip jeotermal elektrik üretimine kazandırılması gerekiyor. Ancak kuru kaya çalışmaları oldukça entegre bir yaklaşım gerektirdiğinden dolayı bu alanda devletimizin de mutlaka teşvik sağlaması gerekiyor. Bu çalışmalar ülkemiz için kritik öneme sahip. Çünkü sulu sistemlerdeki havzaların sürdürülebilirliği konusunda soru işaretleri var. Beslenme alanlarında sıkıntılar yaşanıyor, reenjeksiyon-üretim dengesi sağlanamıyor. Bu nedenle bu tür kaynaklarımızın artık ülke gündemine taşınması gerektiğini güçlü şekilde talep ediyorum. Teşekkür ederim.
Mehmet ÖĞÜTÇÜ: Evet, sizin de belirttiğiniz gibi bu alanlarda teknoloji işin içine daha fazla katılırsa gerçekten hem maliyetler düşecektir hem de jeotermal enerjiye karşı özellikle elektrik üretiminde oluşan algı sorunları aşılabilir. Biliyorsunuz, tarım alanlarında ve çevre kirliliği konusunda bazı çekinceler var. Sosyal lisans kaybedilirse bu alanda ilerleme mümkün olmaz. Bu yüzden teknolojiyi akıllıca kullanarak hem maliyetleri azaltmalı hem de halkın endişelerine kulak vererek ekolojik dengeyi bozmadan yeni bir yaklaşım geliştirmeliyiz. Sizin örneğiniz de bu anlamda çok önemliydi. Vaktinizi fazla almak istemem. Son bir soru alalım, buyurun efendim.
Katılımcı: Hocam, değerli konuşmanız için çok teşekkür ediyoruz. Perspektifiniz o kadar genişti ki jeotermal enerji, tüm enerji politikalarının içine girip çıktı. Size şu soruyu sormak istiyorum: Bu toplantı bittikten sonra, jeotermal sektörü ne yapmalı? 1, 2, 3 şeklinde net bir özet verir misiniz? Engin bilginizle yol gösterirseniz çok mutlu oluruz.
Mehmet ÖĞÜTÇÜ: Teşekkür ederim, çok haklısınız. Ben de tam olarak bunu vurgulamaya çalıştım. Keşke Cevdet Bey gitmeseydi, o da dinleseydi. Çünkü kendisi jeotermal kaynaklara kalkınma boyutuyla da bakan, aynı zamanda siyasi iradeyi temsil eden bir isim. Bu girişimin fahri başkanlığını da yapabilecek kapasitede. Zaten bu toplantıda ortaya çıkan konular bilinmeyen şeyler değil. Ne yapılacağı, nasıl yapılacağı ve kimin yapacağı önemli. Bunun arkasına nasıl bir finansman ve yatırım gücü koyacağınız da belirleyici olacak. Bu anlamda bu toplantının katkı sağladığını düşünüyorum. Bu alanda Ömer Bey’le birlikte çalışacağız. Katılımcılarla beraber 10 maddelik bir eylem planı hazırlayacağız. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
- Net Sıfır Hedefİmİzde Jeotermal Enerjİ
Moderatör: Seçil YILDIZ
Konuşmacılar:
- Mehrali ECER – İklim Değişikliği Başkan Yardımcısı
- Prof. Dr. Hüseyin BAĞCI– ANKUDA Kurucusu
- Jerome OKOLO – Safi Energy Africa
Bu panelde jeotermal enerji kullanım şekillerinin 2050 İklim hedefleri ve sürdürülebilirlik ihtiyaçları göz önüne alınarak mevcut durumu ve 2050 hedeflerine ulaşılmasında potansiyel rolü, atılması gereken adımların tartışılması amaçlanmıştır. Panelde jeotermal sektörü ile bağlantılı olarak:
-
- Emisyon azaltımı
- Seralar ve gıda güvenliği
- Enerji arz güvenliği
- Konut ısıtma ve
- Emisyon ticareti konuları ele alınmıştır.
Seçil YILDIZ: Bugün burada olmak bizim için gerçekten inanılmaz gurur verici. Öncelikle Sayın Ömer Tosun’u, bu vizyonu için kalpten ve yürekten tebrik ediyorum. Dünyada birçok jeotermal konferansa katıldım; Çin’de, Kenya’da, İzlanda’da… Ama böyle bir hazirunu hiçbir yerde görmedim. Üstelik tarım, enerji, ısıtma ve hatta turizmin bir arada yer aldığı bir yapı… Belki bir tek Çin’de vardı, çok büyük bir konferansta. Benzerini bir metropolde değil, Nevşehir’de üretmek büyük bir vizyon. Bunun için ayrıca teşekkür ediyorum. Biz, kalkınma finansmanı kuruluşu olarak Hazine ve Maliye Bakanlığı’na bağlı bir kalkınma bankasıyız. Uluslararası örneklerinde olduğu gibi, yurt dışından uzun vadeli ve uygun maliyetli kaynak getiriyoruz. Bu kapsamda jeotermal enerji bizler için çok önemli. Dünya Bankası için de öyle. En son 300 milyon dolarlık bir kaynak getirdik ama tamamını kullandıramadık; yatırımcılarımızın da bilgisi olsun. Bir de şöyle bir şey yapıyoruz; risk sharing mekanizması (risk paylaşım mekanizması) devrede. Özellikle jeotermal kaynağın bulunma olasılığı çok yüksek olan malum bölgeler dışında örneğin Nevşehir, Güneydoğu, Doğu Anadolu, Orta Anadolu gibi illerde jeotermal kaynak arayan yatırımcılara, 4 milyon dolara kadar hibe verilmesine aracılık ediyoruz. Bu hibeyi Dünya Bankası sağlıyor. Diyelim ki kuyuyu açtınız ama suyu bulamadınız; proje bazında %60’ı 4 milyon dolara kadar olan kısmı biz karşılıyoruz. Yani 10 milyon dolarlık bir proje için 4 milyonu biz karşılıyoruz, kalanını yatırımcı kendisi finanse ediyor. Risk bu şekilde paylaşılıyor. Eğer kuyuyu açtınız ve kaynak bulunduysa, o zaman sigorta primi gibi %5’lik bir bedeli Dünya Bankası’na ödüyorsunuz. Risk sigortalanmış oluyor. Bu çağrının şu anda dördüncüsünü yaptık. Lütfen başvurun. Çok büyük firmalar başvuruyor; sizler de yatırımcı olarak başvurun. Bu hibeden yararlanın. En azından kuyudan suyu bulamazsanız, bir kısmını 4 milyon dolara kadar hibe olarak almış olursunuz.
Buraya kadar çok değerli konuşmacıları dinledik. Üstatlarımızı, Mehmet Bey’i, Ömer Bey’i ve Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımızı… Her biri çok kıymetli katkılar sundu. Şimdi, onların söylediklerini çok kısa bir şekilde özetleyip ardından panelimizin değerli konuklarına geçeceğim. Evet, dünyada jeotermal enerji üretim kapasitesinde dördüncü sıradayız, Avrupa’da ise birinciyiz. Bu gerçekten gurur verici bir tablo. Ama rakamları çok fazla sıralamadan, sadece birkaç çarpıcı veriyle bu başarıyı somutlaştırmak istiyorum kafadan atmak değil, veriye dayalı konuşacağım. Dünya genelinde net sıfır hedefi her geçen gün daha da önem kazanıyor. Paris İklim Anlaşması’na hâlâ imza atmayan yalnızca üç ülke kaldı: İran, Yemen ve Libya. Amerika da Trump döneminde çıkma başvurusu yapmıştı, ancak bu süreç bile birkaç yıl alıyor. Mehrali Başkanım bu konuya çok daha detaylı değinecektir. Türkiye olarak biz de 2053 yılı için net sıfır taahhüdünde bulunduk 1453’ün 600. yılına denk geliyor. Bu tarih, yalnızca sembolik bir hedef değil, aynı zamanda sürdürülebilir gelecek için stratejik bir dönüm noktasıdır. Dünyada farklı ülkelerin çeşitli yıllarda taahhütleri ya da azaltım veya net sıfır taahhütleri var. Bu kapsamda enerji tarafında da gerçekten ciddi anlamda bir gelişme var. Evet, emre amadelik düşük. Evet, baz yükü tarafında sorunlar var ve nükleer enerji gelene kadar termik santraller kullanılacak. Çünkü iki gün kesinti olduğunda İspanya’da insanlar tepki gösteriyor. Yeşil enerjiye çok inanıyoruz ve bu arada yeşil enerjiyi finanse ediyoruz. Tabii ki olmalı ama nükleer enerji ile dengelenecek bir şekilde dünyanın bu ihtiyacının karşılanacağını düşünüyoruz. İnşallah teknoloji çok daha hızlı gelişir ve bu anlamda yeşil enerji daha yeterli hale gelir. Ülkemizde çok çarpıcı bir rakam var. 1734 MW kapasiteyi artık hepimiz duyduk. Düşük bir kapasite, ama yine de bu kapasite ile dünyada 4. büyük olmayı başarabildik. 2050 yılına kadar, birçok ülkenin hedeflediği ve Avrupa’nın da ilk net sıfır kıta olmayı hedeflediği bir yıl. Yılda 800 GW’lık jeotermal yatırımı yapılırsa, 2050 yılında 6.000 TW’lık bir tüketimle, dünyadaki enerjinin %15’inin jeotermalden üretilmesi mümkün olacak. Jeotermal, güneş ve rüzgâra göre avantajlıdır çünkü %75-80 kapasite faktörleriyle çalışan fabrika gibi işler. Yani, dünyada gördüğüm jeotermaller daha çok fabrika gibidir. Bir güneş çiftliği yapmaya benzemiyor, jeotermal yapmak bilgi gerektiriyor. İlginç olan, eğer dünyadaki kapasite bu seviyeye ulaşabilirse, Amerika Birleşik Devletleri ve Hindistan’ın tüketiminin tamamı buradan karşılanabilir. Amerika ve Hindistan, dünya ekonomisinin GSYİH’sinin dörtte birinden fazlasını oluşturan iki ülke. Tabii Amerika, Hindistan’ın 10 katı büyüklüğünde ama toplam olarak baktığınızda ciddi enerji tüketimleri var. Sadece enerji üretimi değil, tarım da çok kritik. Çünkü tarımda, Konya’dan güneye doğru gidildiğinde, 10-15 yıl içinde su fakiri olacak bölgeler var. Su fakiri olan topraklarda jeotermal tarım, akıllı tarım ve dikey tarım gibi yöntemlerle domates ve salatalık üretimi çok kritik olacak. Bu, bizim de çok desteklediğimiz bir alan. Ayrıca, jeotermal turizm de önemli. Örneğin, İzlanda’da ülkenin tek kaynağı jeotermal turizm. Karların içinde denizlerden çıkan buharlara dünya akın ediyor. İzlanda, 600.000 nüfuslu küçük bir ülke. Bu konferans salonu kadar bir odada ülkenin tüm domatesini üretiyorlar. Susuz tarım ve pestisit kullanmadan mükemmel sonuçlar alıyorlar. Neden biz yapmayalım? Tarımı da çok destekliyoruz.
Şimdi, çok kıymetli konuklarıma geçmek istiyorum. Sayın Mehrali Ecer ile başlayayım. Kendisi İklim Değişikliği Başkan Yardımcısı ve gerçekten kamu olarak olağanüstü işler yapıyorlar. Dünya Bankası da bunu söylüyor. Asya Kalkınma Bankası’nın yıllık toplantıları nedeniyle Milano’da oldukları için katılamadılar ama desteklerini sunuyorlar. Dünya Bankası jeotermali çok önemsiyor. Mehrali Bey ve ekibi inanılmaz iyi çalışıyorlar. İklim kanunu neredeyse çıkarıyorlardı, herhalde yakında çıkacak. Bu konuda ne durumda olduklarını soracağız. Jeotermali, ülkemizin net sıfır taahhütleri kapsamında nereye koyuyorsunuz? Ne tür destekler yapıyorsunuz veya yapmayı düşünüyorsunuz? İklim değişikliği başkanı olarak ne tür teşviklerle daha da artırılmasını düşünüyorsunuz? Ayrıca, jeotermalin sadece enerji üretmek değil, sosyal kapsayıcılık açısından çevre halkını dahil etmenin önemi nedir? Bu konuda da fikrinizi rica edeceğim.
Mehrali ECER: Seçil Hanım, tüm katılımcılara şahsım ve bakanlığım adına saygılarımı sunuyorum. Bu organizasyondan dolayı JEMYAD’a ve emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Cumhurbaşkanı Yardımcımız küresel iklim değişikliğinin artık tartışma götürmez bir gerçek olduğunu çok güzel ifade ettiler. Küresel ortalama sıcaklık 1,5 dereceye ulaştı. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli ve Dünya Meteoroloji Örgütü’nün verilerine göre şu anda 1,55 derece. Uluslararası toplum bunu 1,5 derecede sınırlamak istiyor. Neden? Çünkü 1,5 dereceyi aşmanın olumsuz senaryoları var. Daha yaşanabilir bir dünya için bu önemli. 2 derece, 3 derece ve 4 derece senaryoları daha olumsuz etkilere yol açıyor. Uluslararası anlaşmalar da bu noktada 1,5 derece hedefine ulaşmayı temel ilke olarak benimsiyor. Cumhurbaşkanı Yardımcımızın dediği gibi, sorun ortak, çözüm de ortak olmalı. Ancak sorumluluklar farklılaştırılarak dağıtılmalı. Çünkü küresel emisyonların %1’i Türkiye’ye ait. Yani 598 milyon ton civarında emisyonumuz var. Sorumlulukları farklılaştırarak dağıtmanın her ülkeye kendi kabiliyetleri çerçevesinde bir sistem geliştirildi. Türkiye olarak biz de proaktif bir yaklaşımla “2053 NET 0” emisyon hedefimizi açıkladık. Tüm dünyaya açıkladılar. Tabii bu artık bizim için bir politika aracı. Biz buna ulaşmak için ne yapıyoruz? Bunun alt kırılımlarını çalışıyoruz. Yani bu yolda neler yapabiliriz? Uzun dönemli iklim değişikliği stratejimizi açıkladık. Geçtiğimiz yılın sonunda kardeş ülke Azerbaycan’da bir iklim değişikliği taraflar konferansı düzenlendi. Orada uzun dönemli iklim değişikliği stratejimizi Sayın Bakanımız Murat Kurum açıkladı. İşte burada önemli hedeflerimiz var. Enerjide, tarımda, sanayide… Enerji diyorum, çünkü bu emisyonların aslında dünya genelinde ve Türkiye’de de benzer bir oran var. Üçte ikisi enerji kaynaklı, yani fosil yakıt kaynaklı. Bu noktada jeotermal enerji önemli hale geliyor. İklim mücadelesi açısından jeotermalin önemini birçok uzman burada dile getirdi. Hakikaten çok güzel ifade ettiler. O konuda tekrar etmeyeceğim, ama iklim değişikliğiyle mücadele noktasında jeotermal gerçekten önemli bir araç olarak karşımıza çıkıyor. Hele ülkemizdeki potansiyeli düşündüğümüzde, ancak bir çevre mühendisi olarak çevresel ve sosyal riskleri de bu noktada yönetmemiz gerektiğini söylemek isterim.
Seçil YILDIZ: Biz bu vizyondan hareketle, gelişmekte olan bir ülke olarak, artış oranından azaltım taahhüdümüzü açıkladık. Yani 2030’da bir trendimiz var. Artacak ama onu artış oranını tersine çevirerek %41’lik bir emisyon azaltım taahhüdü açıkladık. Şimdi 2035… Bunlar bu arada uluslararası yükümlülüğümüz. Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımız, uluslararası sistem şu anda bunu gerektiriyor. Her ülke kendi kabiliyetleri çerçevesinde bu mücadeleye ortak olacak. Yani başka türlü bu sorun çözülemeyecek. Bireyden başlayarak uluslararası topluma kadar herkes bu mücadelenin ortağı. O noktada çalışmalarımız, siz de bahsettiniz, hızlı bir şekilde devam ediyor. Bu noktada jeotermalle ilgili finansman ve teşvik mekanizmaları ile ilgili de ikinci turda arz edeyim. Çok teşekkürler. Çok sağ olun. En çok merak ettiğimiz konular tabii jeotermal tarafında bir de nereden nasıl para getireceğiz tarafı da kritik. Orayı da hep beraber konuşuruz.
Şimdi çok değerli üstat, Profesör Doktor Hüseyin Bağcı, hepimizin çok yakından takip ettiği jeopolitik riskler, ülkemizin durumu, konumu ve tabii bu kontekste oturtarak jeotermal enerjinin ülkemizdeki geleceğini sormak istiyorum. Bir de kısacık bir şey söylemek istiyorum. Tabii Kafkaslar, Azerbaycan ya da bu Menasa dediğimiz bölgede… Şimdi Nordik ülkeler, İskandinavya çok güzel başarıyor. Norveç, İsveç, Danimarka, Finlandiya… Birinin hidrosunu, öbürünün güneşini, diğerinin rüzgarını sanki tek bir ülkeymiş gibi kullanıyor. Bu anlamda jeotermalde dünyanın 4. büyük ülkesi olarak böyle bir şeyde, ne bileyim, Kafkaslarda ya da MENA bölgesinde bir yer edinebilir miyiz? Nereye oturtabiliriz diyeyim?
Prof. Dr. Hüseyin BAĞCI: Çok teşekkür ediyorum öncelikle. Burada bulunmaktan çok büyük bir memnuniyet duyuyorum. Çünkü Nevşehir’i, Ürgüp’ü ve Uçhisar’ı çok seviyorum. Ben kaplıcalara gidiyorum ama jeotermal konusunda konuşacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Ta ki Ömer Bey’i tanıyana kadar. Bir kahve içmeye gittik. “İşte bir saatlik falan bir zamanımız var,” dedi Murat Demirel. Biz 6 saat konuştuk ve o gün sağ olsun bana “Hocam, konuşur musunuz?” dedi. “Ben kaplıcalara girerim ama konuyu bilmiyorum,” dedim. “Yok yok, sen anlatırsın,” dedi. Anlatacağım. Dersimi çalıştım. Teşekkür ediyorum. Ama bundan evvel de tabii bütün katılımcı arkadaşlara da çok teşekkür ediyorum. Gerçekten siz, Ömer Bey gibi ve değerli yönetimiyle birlikte bu işin öncülüğünü yapan bir ekiple gidiyorsunuz ve Türkiye’de ve dünyada önemli bir fark yaratmaya doğru gidiyorsunuz. Bu konferansın belki de en önemli yanlarından biri, jeotermal enerjinin fark yaratmaya önemli bir unsur olduğunu göstermeniz. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısının yaptığı açıklamalar ve çok değerli dostum, arkadaşım, meslektaşım Mehmet Öğütçü’nün bence çok gerçekçi yaptığı açıklamalar ki ben de o gerçekçilik okulunun temsilcisiyim. Mehmet Öğütçü’nün kitaplarını öneriyorum. Tabii öncelikle 21. yüzyılla ilgili olarak özellikle Türkiye’nin bu cendereden nasıl çıkacağını anlatan kitapları, bütün kitaplarını okudum bu arada onu da söyleyeyim. Yani ne yazmışsa okuyorum. En azından bir kişi okuyor, onu bilmesinde fayda var. Hanımefendinin sorusuna gelmeden evvel, müsaadenizle akademik açıdan nasıl değerlendirebiliriz? Ona değineyim.
Birincisi, Amerikalı, önce İskoçalıydı, şimdi Amerikalı oldu, muhafazakâr tarihçi Niall Ferguson’ın “Doomsday” (Türkçeye “Kıyamet Günü” olarak çevrilen) bir kitabı var. Onu özellikle burada bulunan haziruna da önermek isterim. Çünkü “Kıyamet Günü” derken enerjiyi anlatıyordu ve o enerjiyi anlatan kitabı Mehmet Öğütçü de vurguladığı gibi birçok alanda 21. yüzyılda enerjinin kötü kullanımı durumunda veya iyi kullanılmaması durumunda ne gibi sorunlar yaratacağını veya siyasetçilerin aslında bunu nasıl kötüye de kullandıklarını veya ilgilenmediklerini, neden ilgilenmediklerini, oysa ilgilenmeleri gerektiğini anlatır kitabında. Bu şu açıdan önemli: Niall Ferguson’ın kitabı, bizim jeotermal başta olmak üzere dünyada enerji ihtiyacının ki biz Türkiye olarak enerji ihtiyacı sürekli artan bir ülkeyiz. Nüfusumuz artıyor ve artacak, enerjiye olan ihtiyacımız artıyor. Çünkü biz modern bir toplum haline geliyoruz. Enerji ihtiyacımız çok fazla. Ve yine Mehmet Öğütçü’nün verdiği bir örnekten, yani İspanya’da ve Portekiz’de yaşananlar bize bir uyarı niteliğinde. Şimdi Türkiye’nin nükleer enerjiye geçip geçmemesi ayrı bir tartışma konusu. Artık Mersin’de kuyu yapılıyor. Türkiye’nin enerjiye ihtiyacını, enerji çeşitliliğini sağlaması lazım. İşte burada çok küçük gibi gözüküyor jeotermal enerji ama İngilizcede “Small is beautiful” (küçük güzeldir) ama o küçük çok önemli diye düşünüyorum ve jeotermalle ilgili olarak dediğim gibi, MENA ülkeleri nasıl kullanıyor? Kafkasya ülkeleri nasıl kullanıyor? Ayrıca sizin özellikle Kuzey Afrika ülkeleriyle ilgili verdiğiniz örnek, adamlarda güneş yok ki. Güneş olmayınca tabii ki ortak kullanacaklar. Biz güneş satıyoruz, enerji satıyoruz. Onlar bize geliyorlar, güneşleniyorlar, D vitaminini alıp gidiyorlar. Orada öyle bir şansları yok. Biz çok şanslı bir ülkeyiz. Hazine sandığı üzerinde oturan dilenci gibiyiz. Olanaklarımızı tam olarak bilmiyoruz, kullanamıyoruz. Bu durumu değiştirmek lazım. Çılgın liderler ve çılgın yatırımcılar vasıtasıyla bunu değiştireceğiz diye düşünüyorum. En azından ben kendi payıma böyle düşünüyorum.
İkincisi, şöyle bir tanımlama vardır: Eğer tanrı petrol ise onun da peygamberi Daniel Yergin’dir. Daniel Yergin, Amerikalı bir yazar. Özellikle Pulitzer ödülünü aldı. “The Prize” isimli petrolü anlatan kitabıyla tanınır. En son kitabı “The Quest” ise 21. yüzyılda Türkiye dahil olmak üzere hangi ülkelerin ne kadar enerjisi var ve bunu nasıl kullanacaklarını anlatır. Türkçeye de çevrilen bu kitapta benim de ufak bir katkım var. Bir televizyon programında Daniel Yergin’in “The Last Map” isimli kitabını önerdim. İki gün sonra Pegasus Yayınları’ndan aradılar. Yayınevinin sahibi, “Bu önemli bir kitap mı?” diye sordu. Ben de “Evet” dedim. “Çevirelim o zaman,” dedi. Çevirdiler ve ben de önsöz yazdım.
Ömer Bey, başıma neler açtınız! Beni enerji konularına da soktunuz, güvenlik konularından sonra. Ama enerji güvenlik konusudur, beka sorunudur. Mehmet Öğütçü’nün dediği gibi üç kavram: Güven, güven, güven. Yatırım gelmesi için güven olacak ama enerji bir ülkenin gerçekten ulusal sorunu niteliğine dönüştü. Mehmet Öğütçü, “enerji hükümranlığı” kavramını kullandı. Çok doğru. Türkiye’de Donald Trump iktidara geldi ve bize çok iş yarattı. Şimdi de konuşuyoruz. Kamala Harris gelseydi, insan hakları ve demokrasi gibi konuları konuşacaktık. Şimdi Kanada ve Panama gibi ülkelerle ilgili konuları konuşuyoruz. Adam serseri mayın gibi, nereden vuracağı belli değil ama bize çok iş çıkardı ve bizi düşünmeye zorladı. Amerika şu anda dünyada en fazla petrol üreten ülke. Şist gazı vasıtasıyla bütün dünyaya petrol ve doğalgaz satıyor. Bundan en fazla zarar gören de Avrupa Birliği. “Avrupa kendi derdine yansın” diye bir kavram kullanıldı. Hakikaten öyle. Nijerya devlet başkanını krallar gibi karşıladı Almanya Başbakanı Olaf Scholz. Ama biz Nijerya ile ilgili olarak bir doktora çalışması yaptırıyoruz. Nijeryalı bir doktora öğrencisine çevre kirliliği açısından verilen zararı araştırıyoruz. En fazla zararı gelişmiş ülkeler verdi. Şimdi bize ortak olmamızı istiyorlar. Siz yaptınız, neden bize ödetiyorsunuz? Ama durum böyle. Avrupa’dan hayır yok kavramı çok güzel bir şey. Avrupa’nın doğalgaz ve petrol enerjisinde %40 Alman ekonomisi Rusya’ya bağımlıdır. İki hata yaptılar. Bir, Kuzey Akım’ı kestiler ki 12 milyar dolarlık bir yatırımdı. Almanya ekonomisi uluslararası alanda büyük bir kayba uğradı. Almanya şu anda dünyada 3. ekonomi ve silah yatırımında da neredeyse ilk beş içerisinde yer alıyor. Bugün, Almanya Başbakanı ve Fransa Devlet Başkanı buluştular. Ne olacak bu Avrupa’nın hali diye sabahtan akşama kadar bugün görüşecekler. Akşama izleyeceğiz neler konuşup konuşmadıklarını. Ama Avrupa’nın çıkış noktası şu anda daha çok güvenlik üzerine kurulu ve ABD ile Avrupa arasındaki ilişkilerin çok daha fazla kötüye gitmesi belki önlenebilir bir şeydir. Ama önlenemeyecek tek şey şu: Avrupa’nın enerji ihtiyacı olacak. O nedenle Türkiye’ye önem veriliyor. O nedenle Türkiye’nin bana göre önümüzdeki dönemde Avrupa ile ilişkilerinde bir yumuşama işareti başladı. İşte başta vize konusu olmak üzere. Çünkü Türkiyesiz bir Avrupa güvenliği düşünülemez. Yani dört ülke, Avrupa’nın şu anda en önemli güvenlik kaynakları: Amerika, İngiltere, Türkiye ve Rusya. Ve bu dört ülkenin de hiçbiri Avrupa Birliği üyesi değil. Şimdi Avrupa’daki enerji konusunda biz şunu gördük daha önce. Ne yazık ki bugün burada olamayan Alman profesör arkadaşımız Friedbert Flüer gelecekti. Avrupa Birliği’nin enerjiden sorumlu komiseri Günter Ötinger şunu bize gösterdi: Covid ve enerji konusunda Avrupa Birliği’nin ortak bir politikası yoktu. Şimdi bu çok önemli bir sorun. Covid ve bu Rusya-Ukrayna savaşı bize gösterdi ki Avrupa Birliği’nde para çok ama stratejik hazırlık yok. Yani Covid bunun en tipik örneğiydi. İspanya’da, İtalya’da insanlar hastanelerde yaşam mücadelesi verirken maske bulamadılar. Biz Türkiye olarak maske ürettik ve gönderdik. Hakikaten Avrupa’nın işi bu anlamda zor.
Bu arada saate de bakıyorum. Ben Arap atı gibi açılmaya başladım. Konuştukça geliyor, çünkü kısa keseyim mümkün olduğunca. Türkiye ne yapabilir sorusu Mehmet Öğütçü’ye sorulan bir soru. Bana göre Türkiye’de iki şey yapılmalı: Bir, hukuk olmalı. İki, liyakat olmalı. Hukuk yoksa, hukuk sistemine güvensizlik varsa o ülkeye yatırım gelmez. Bu evrensel bir kural. Geleceğini düşünüyorsanız değil, demokratik ülkelere gelmiyor. Onu söyleyeyim. Çin, Hindistan gibi ülkelerden söz edildi. Bir de tabii liyakat. Yani Türkiye’nin birçok alanda yaşadığı erozyon var ama enerjide erozyon yaşarsak daha tehlikeli olur. Çevre konusundan başlayarak bence Türkiye’nin 21. yüzyılda Mehmet Öğütçü’nün kitaplarında çok doğru yazdığı 14 madde var. Maşallah Woodrow Wilson prensipleri gibi. Orada bir şeyi görüyor. Biz şu anda dünyanın en genç nüfusa sahip olan toplumlarından biriyiz O nedenle bizim şansımız genç oluşumuz. Yaş ortalamamız 27. Avrupa çerçevesinde yaş ortalaması 42. Yani biz gençlik üzerinden gitmeliyiz. Gençliğe daha büyük hedefler verip onları iyi eğitip bu ülkede tutmanın yollarına bakmalıyız. Değerli arkadaşlar, enerji dediğiniz şey gerçekten beka sorunu. Bakın, ben bir Hollandalı milletvekiliyle konuşuyorum odamda, ODTÜ’de. Kadına dedim ki, “Siz bizim gençlerimizi çalıyorsunuz.” Evet dedi, çok normalmiş gibi. Ama dedim, “Ayıp değil mi?” “E bizim ihtiyacımız var,” dedi. “Bizim gençlere ihtiyacımız var.” Bu demografik avantajı nasıl kullanacağız? Yurt dışına gönderdiğimiz insanları Türkiye’ye nasıl çekeceğiz? Bunun tabii politikaları var. Daha önce Savunma Sanayi Bakanlığıyla Murat Bayar’ın kulaklarını çınlatayım. Burada 4 yıl boyunca Vecdi Gönül zamanında Savunma Bakanı arama çalışmaları yaptık. İnanılacak gibi değil. Türkiye’nin dünyanın her yerinde insanları var. Nasıl çalışkanlar! Yani un var, şeker var, su var. Helva yapamıyoruz. Helva yapmayı öğrenmemiz lazım. Mehmet Öğütçü’nün kitaplarından birinde yazar: “Nerede bir Türk varsa, dünyanın neresinde bir Türk varsa, orada Türk sorunu vardır.” Yani yönetmeye alışmış bir milletiz biz. Nereye gitse hemen bakıyor ortama. Yani işte Ömer Bey gibi insanlar ve onun gibi insanlar elin bütün dünyaya açılmayı biliyor. Türklere sadece olanak tanıyın, şans tanıyın. Türk’e şans tanıdığınız zaman olağanüstü yetenekleri var ve bunun korunması, kullanılması ve desteklenmesi gerekiyor. Biz hocalar olarak elimizden geldiğince öğrencilerin en iyilerini yakalayıp onları göndermeye çalışıyoruz. Sonuç olarak, en azından ben de Mehmet Öğütçü’ye katılıyorum. Mevcut sistem iyi ama yürümüyor. İyi bir şeyler yapabilmeniz güzel. Yani işte araba da yapıyorsunuz değil mi? Ama benzin yoksa veya elektrik yoksa istediğiniz kadar iyi araba yapın. Biz batı modernleşmesiyle hareket eden bir ülkeyiz. Ama artık Batı modernleşmesinin dönemi geçti diye düşünüyorum. Çin modernleşmesine bakmak lazım. Yeni gelişen ülkelerin, Hindistan dahil olmak üzere, bunu söyleyerek bitiriyorum. Biliyorum yine kaptırdım kendimi ama kusura bakmayın. Hindistan büyükelçisi ile görüşüyoruz. Hanımefendi de burada. Doktor Gülsüm Akbulut, Ankuda CEO’su, şunu söyledi: “Türkiye ile ilgili ve Hindistan’la ilgili konuşuyoruz.” Dedi ki, “Hüseyin Bey, Hindistan’da en zengininden en fakirine kadar, ki milyonlarca fakir var Hindistan’da, hepsi Hindistan’ın geleceğine inanıyor, geleceğine güveniyor, liderliğine inanıyor. Türkiye’de gençlerin hayal kurabilmeleri gerekiyor. Ülkeye sahip çıkabilmek için burada şanslarının olduğunu bilmesi lazım. O nedenle hukukun ve liyakatin olmazsa olmaz olduğunu bir defa daha söylüyorum. Zekâ var, güven yaratırız. Ama bu koşullar yerine gelmezse işimiz zor. O nedenle ben de değerli meslektaşım gibi aynı düşünüyorum. Sağ olun, var olun.
Seçil YILDIZ: Çok teşekkür ediyoruz hocam. Size geleceğim ama ikinci turda jeotermal de bir kontekst oturtmanızı rica edeceğim. Çünkü jeotermal gerçekten bizim için çok kritik. Lütfen onu oturtalım. Şimdi aramızda çok kıymetli bir yatırımcımız da var Afrika’dan biliyorsunuz. Kenya, Endonezya ve Türkiye bu anlamda, yani jeotermalde en hızlı büyüyen üç ülke. Evet, halen kurulu kapasiteler çok küçük ama hızlı büyüme inisiyatifi varken ya da olağanüstü çalışmaları da çok olağanüstü. Özel sektör ve devlet iş birliği ile bir şeyler yapılıyor ve inşallah bizler de bir süre sonra bunun bir parçası olacağız. Jerome, enerji santralinin kurucusu ve aynı zamanda merkeziyetsiz sistemlerin kurucusu olarak, yatırımcı perspektifinden yaşadığı zorluklar, sıkıntılar ve öneriler hakkında neler söyleyebilir? Bunu dinlemeyi çok arzu ediyoruz. Teşekkürler.
Jerome OKOLO: Evet, bu nazik takdiminiz için çok teşekkür ediyorum. Ben de burada olmaktan büyük mutluluk duyduğumu ifade etmek isterim. JEMYAD’a çok teşekkür ediyorum. Türkiye gerçekten çok güzel işler çıkarıyor ve dünyada çok önemli bir yere sahip. Birçok katılımcı, Türkiye’nin dünyada dördüncü ve Avrupa’da birinci sırada olduğunu ifade etti. Siz zaten birçok konuyu ele alıyorsunuz. Ben de biraz farklı bir perspektif ortaya koymaya çalışacağım.
Başlangıç olarak, biz de belli noktalarda Türkiye’ye benzer tecrübeler yaşadık ama bazı farklılıklardan da bahsedebiliriz. Jeotermal serüvenimiz açısından Kenya’daki durumdan bahsedeyim. Yenilenebilir enerji, toplam enerji kaynaklarının %91’ini oluşturuyor. Türkiye ile karşılaştıracak olursak, Türkiye’de bu oran %40. Kenya’da ise %91’e baktığımızda ciddi bir rakamdan bahsediyoruz. Türkiye, temel itibariyle çok zengin ve derinlemesine enerji kaynaklarına sahip. Batı Anadolu bölgesi özellikle çok değerli kaynaklara sahip. Türkiye, neden jeotermal katkılarını daha fazla artırmak istiyor? Mehmet Bey de ifade etti. Rüzgar enerjisi Türkiye’de 11 GW, jeotermal ise 1.7 GW. Ancak jeotermal enerji, karbonsuz enerji olarak rekabet içerisine giriyor ve bazı özellikleri farklılık gösteriyor. Güneş ve rüzgar enerjisi ile karşılaştırıldığında, jeotermal enerji de önemli bir yere sahip. Jeotermal enerji, %90 oranında baz yükü açısından nükleer enerji, hidroelektrik ve kömür enerjisi ile karşılaştırıldığında oldukça önemlidir. Sürekliliği sağlamak açısından enerji arzının yüksek düzeyde olması, kesintisiz enerji arzı sağlar ve diğer enerji kaynaklarına olan ihtiyacı azaltır. Belirli yazılımlar, şebekeleri kontrol dışı reaksiyonlara karşı daha sağlam kılmak adına ortaya konuyor. Türkiye, grid ve şebeke güvenilirliği açısından önemli bir noktada ve jeotermal enerji açısından bunu daha güçlü hale getirmeyi hedefliyor. Enerji sistemini daha dirençli hale getirmek için çeşitli çabalar sarf ediliyor. Diğer bir husus ise jeotermal kaynaklarının geliştirilmesi ile ilgili. Bu kaynaklar, baz yüküne bağlı olarak jeopolitik güçlerin devreye girmesiyle önem kazanıyor. Türkiye, kendi yerel endüstrisini geliştirmek ve bu teknolojilerin üreticisi konumunda olmak istiyor. Son 25 yılda LNG’den yüksek sıcaklıkta işleyen teknolojilere kadar birçok ekipman ortaya kondu. Kenya, bu bağlamda bazı başarılı noktalara sahip. Kenya, diğer pazarlardan farklılık gösteriyor. Nijerya’da ise politikalar daha karmaşık hale gelebilir ve riskler artabilir. Özel sektör, riskler alarak üç boyutlu sismik çalışmalar yapmaya başladı ve yatırımları artırdı. Bu bağlamda, kamu bilincinin artırılması için teşvikler ortaya kondu.
Nijerya, Kamerun’la birlikte hiç kimse o bölgeye çok yatırım yapmak istemedi. Çünkü bir okyanus üzeri gittiğiniz zaman politikalar daha karmaşık hale gelebilir ve aldığınız riskler daha artabilir. Tabii bu bağlamda özel sektör birtakım riskler almaya başladı ve üç boyutlu sismik çalışmalar yapmaya başladı. Bu gibi yatırımları artırmaya başladı. Bu bağlamda da kamu bilincinin artması yönünde teşvikler ortaya kondu. Nijerya hükümeti 5 milyar dolarlık bir kazanç ortaya koydu. Bu yatırımlarla birlikte yeni bir endüstri yaratmakla kalmadı, aynı zamanda belli spesifik endüstriler üzerinden kar etmeye başladı.
Kenya ne yaptı? Kenya da Türkiye ile aynı şeyi yaptı. Çok yüksek hacimlerde jeofiziksel, jeokimyasal ve jeolojik verileri toplamaya başladı. Türkiye, gerçekten olgusal ve fenomen olacak bir iş yapıyor özel sektörü ile birlikte. Normal yatırımcılar, belli varlıklar üzerinden yatırımlarını ortaya koyabilir ve belli varlıkları üretmeyi hedefler. Ancak yatırımların cazip olması ve riskin düşük olması lazım. Doğru lokasyon tespit etmek, doğru sondajları doğru lokasyonlarda yapmak ve güvenilir miktarlarda, güvenilir sıcaklık ortamlarında hem buhar hem sıcak su açısından güvenli olarak çalışmaları yapmak gerekiyor.
New York, Londra veya Frankfurt’taki yatırımcılara baktığınızda, düzenli bir temelde bu işi yapabiliyorlar. En cazip yatırımlardan biri de bu. Yani üretim kapasitesini enerji sektöründe artırabilmek adına. Kenya bu işi nasıl yaptı? Daha başarılı oldu. 5-10-51 MW kapasitede kurulumlarda başarılıydı. Türkiye, büyük tesislerde daha başarılıydı ama küçüklerde de başarılıydı. 5 MW jeotermal tesis kurmak için maliyeti Londra’da karşılayamazsınız. Yatırım bankaları ve diğer koşulların devreye girmesi lazım. Yani farklı yaklaşımlar ortaya koymanız gerekiyor. Riski de nasıl nitelendirdiğiniz önemli. Ne derecede jeofiziksel ve kimyasal çalışmalara istekli olduğunuza bağlı. Yeni mali esnek mekanizmalar ortaya koymak, kalkınma aşamasına yatırım yapmak için gereklidir. Bu fonlar, “Ben veriler var, neler koyabiliriz bu verileri?” dediğinizde, herhangi bir enerji tesisi santrali kurmak için kullanılabilir. Küçük üretim kapasitesi olabilir ama bunları büyütüp artırabilirsiniz. Endüstriler içerisinde yayabilirsiniz. Bu fon, 500.000-1.000 dolar ya da daha düşük bir krediyle yapılabilir. Bu fonlarda daha yüksek risk de olabilir ama riski belli noktalarda yönettiğinizde ve farklı noktalara yatırım yaptığınızda, enerji santrallerinin yapımı noktasında daha sağlam ilerleyebilirsiniz. Biz de Kenya’da küçük tesisler üzerinden ilerleyerek bu yatırımları artırmaya çalıştık.
Seçil YILDIZ: Son olarak, jeotermal enerjiyi çevre dostu ve yeşil enerji olarak geliştirmeye çalışıyoruz. İzlanda’ya giderseniz, güneyden doğuya, batıya gittiğinizde kendinizi bilinmeyen bir yerde gibi hissedebilirsiniz. Jeotermal kaynaklar açısından baktığınızda, çeşitli testler ve çalışmalar var. Avrupa’daki modellere baktığınızda, İzlanda ve Almanya geniş alanlara yatırım yapıyor ve yüksek risk yönetmeleri gerekiyor. Endüstrinin tamamında riskle nasıl baş ediyorsunuz ve hangi becerilere sahip olmanız gerekiyor? Bu soruları bilmemiz lazım. Jeotermalleri nasıl yapacağınız konusunda Jerome ile daha fazla detaylandırabilirsiniz. Bizim Kenya’dan tabii ki çok daha farklı. Türkiye’deki şebeke altyapısı tarafında da çok daha ileri bir noktada ama biz de PPP’lerle (Kamu-Özel Sektör Ortaklıkları) ortaklıklara çok inanıyoruz. Kenya’da da bu anlamda danışmanlık olarak yoğun çalışıyoruz Enerji Bakanlığıyla ama dinamikler tabii ki tamamen farklı. Küçük yatırım yapmak isteyenler tarafında çok ciddi fırsatlar sundunuz. Çok teşekkür ediyoruz. İlk etapta, ilk turdaki sorulardan herkes kendisini anlattı. Ne yapıyor? Nasıl görüyor dünyayı? Hepimiz öğrendik. Şimdi ben şuna çok inanan bir insanım: Bakış açısı olarak da master planlar kapsamında bu tarz büyük sorunların, mesela bir enerji sorunu değil mi? Ulusal enerji planımız var önümüzdeki 10 yıla dair. Sadece bir enerji sorunu da değil, tabii ki güvenlik sorunu. Bu konuda %100 hocama katılıyorum. Bunun yanı sıra, jeotermali konuşacaksak ülke olarak bahsediyorum. Birincisi, bütün paydaşlar bir arada olmalı değil mi? Kamu, regülatörler, finansörler ve yatırımcılar hepsi bir arada olmalı. Ve şuna da çok fazla inanıyorum: Yatırımcılar tarafında proaktif de olmalı. Yani siz bir tarafta aktifleri yaratmadan pasif biz kredi getirdik diyelim ki kendi adıma kreditör olarak konuşuyorum ama ortada finanse edecek aktif yok. Bu ciddi bir sorun. Dolayısıyla bu noktalarda, geçmişte büyük projeleri kamu-özel sektör iş birliği ile bir arada konuşarak yaptıysak, jeotermalde de ben bu tarz paydaş katılım toplantılarıyla sanayici ile finansörün bir araya gelerek daha bankalar tarafından finanse edilebilir yapıların kurulması gerektiğine inanıyorum. O yapılar illa 2+8 normal kredi yapısında olmayabilir. Çok daha büyük, mesela 40.000 MW’a çıkacaksak gerçekten ülkede ve bu bizim için öncelikliyse, %75-80 emre amadelikli o zaman belki orada farklı finansörleri de sermayeyi de ulusal ya da karma finansman denen bütün dünyada şu anda çok ciddi tartışılan bir kavram var. Uluslararası bazda Birleşmiş Milletler nezdinde de bunu tartışarak ülkemize daha çok belki İslami finansı da getirerek farklı risk perspektifindeki yatırımcıları bir arada buluşturarak bu 40.000 MW’ın finanse edilmesi hiç zor değil. Yapacak yatırımcı da lazım ve Jerome çok doğru söyledi. Riskin paylaşılması lazım. Bakın tekrar tekrar söylüyorum. Lütfen gelin bizi de bulun. Risk paylaşımı tarafında yatırımcılarla kuyudası olmayabilir noktasında en ufak kaygınız varsa gelin başvurun bu programa. Risk paylaşımını yapalım. Orada dediğim gibi 4 milyon dolara kadar Dünya Bankası’nın da böyle bir hibesi var diyeyim. Şimdi ikinci turda ben daha somut şeylerden konuşmak istiyorum. Hani vizyonları öğrendik gerçekten. Mehrali Bey’den başlayarak neler yapıyoruz? Mesela iklim değişikliği başkanlığı olarak size düşen rol ne olur? Nereden nasıl para getiririz noktasında nasıl yardımcı olursunuz? Paydaş katılımı konusunu nasıl ele alıyorsunuz siz de? Yani jeotermal sadece bir enerji sorunu değil. Bir enerji yatırımı yaparken orada çıkacak kokuyla ilgili diğer paydaşların katılımı değil mi? Sadece çevre sosyal değil ya da o paydaşları da rahatlatacak şekilde paylaşarak bir şeylerin yapılması kapsayıcılık çok önemli olay. Sadece bu geldiğimiz dünya itibariyle ben de çok katılıyorum batı modernizme vesairenin ötesinde artık paydaş kapitalizmine doğru da gitti. Yani siz tüm paydaşları masanın etrafına oturtmazsanız, sadece ben yatırımcı olarak kar edeceğim derseniz işte o zaman oraya o para gelmiyor. Maalesef yurt dışından da herkesi mutlu edecek birtakım sistemler bulunması gerekiyor deyip Mehrali Bey ne yapacaksınız İklim Değişikliği Başkanlığı olarak diyeyim.
Mehrali ECER: Çok teşekkür ederim Seçil Hanım. Değerli katılımcılar, önce şu kavramları bir açıklamamız gerekiyor. İklim değişikliğiyle mücadelede iki temel prensip var. Birisi azaltım, yani emisyonların azaltımı. Az önce birinci oturumda bahsettik, dünya zaten bunun için uğraşıyor. İkinci mesele ise iklim değişikliğine uyum. Uyum, şu demek: Bu sera gazı emisyonlarını şu anda sıfırlasak bile veya durdursak bile atmosferde kalış sürelerinden dolayı iklim değişikliği devam edecek. Yani küresel ortalama sıcaklık devam edecek. Bu aşırı hava olayları, ani hava olayları devam edecek. Deprem ülkesiyiz, nasıl depremle yaşamayı öğrendiysek bir şekilde iklim değişikliğine uyum göstermemiz gerekiyor. İşte tam da burada hem azaltım için hem uyum için mücadele etmek için finansman gerekiyor. Bu finansmana biz aslında iklim değişikliği finansmanı diyoruz. Gelişmekte olan bir ülke olarak en büyük arzumuz, amacımız, kırmızı çizgimiz, prensibimiz bu iklim değişikliği finansmanına azami derecede ulaşabilmek. Tüm devlet olarak müzakerelerimizi bu yönde yapıyoruz. Bakü’de bu yönde bir karar çıktı. 300 milyar dolar yıllık gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelere bu konuda finansman desteği sağlayacak. Buna azami derecede ulaşmak istiyoruz.
İkinci olarak, siz de çok iyi biliyorsunuz çevresel, sosyal ve yönetim fonları var dünyada. Şu anda ESG fonları dediğimiz bu fonlar 1.3 trilyon dolara çıkmış durumda. Bu rakamın 2030’da 30 trilyon dolara çıkması öngörülüyor. Bir finansal ekosistem var: iklim, çevre, sürdürülebilirlik, yönetişim. Bu konudaki ikinci meselede buna da ulaşmamız gerekiyor. Biz de tam bu noktada bir taraftan devlet olarak bunun müzakerelerini yaparken bir de buna ulaştıracak kolaylaştırıcı düzenlemeler yapmaya başladık. Bunlardan bir tanesi Türkiye’nin yeşil taksonomisini hazırladık. Taksonomi şu demek: Yani bir yatırım çevresel olarak sürdürülebilir mi? Ekonomik olarak sürdürülebilir mi? Sosyal olarak sürdürülebilir mi? Yatırımcıyla yatırımı aslında bir araya getiren bağımsız ve şeffaflık aracı gören bir sınıflandırma sistemi. Biz de Avrupa Birliği taksonomisini örnek alarak bu sistemi hazırladık. Henüz taslak aşamada, ama bu ESG fonları dediğimiz finans ekosisteminde maksimum derecede yararlanabilmemiz için önünü açacak. Neden? Siz ne kadar çevreciyseniz ne kadar bu riskleri yönetebiliyorsanız, aslında Seçil Hanım, bir yatırım bankası çalışanı olarak uluslararası finans sisteminden o derece pay alıyorsunuz. O pay aldığı zaman, Mehmet Beyler gibi yatırımcılarımız da Seçil Hanım’a başvurup o fonları kullanabiliyor. Burada, şeffaflık aracı olarak gördüğümüz bu sistemi oluşturabilirsek ve sistematik bir hale getirebilirsek, buna ulaşmamız çok daha kolay olacak. Üç temel ilkesi var aslında: çevresel olarak önemli hiçbir ilkeye zarar vermemek, sosyal ilkelere riayet etmek, güvenlik ve sosyal işçi sağlığı sistemlerine uymak ve çevresel hedeflerin en az birine önemli derecede katkı sağlamak. Bu çevresel hedefler arasında emisyon azaltımı, iklim değişikliğine uyum ve su kaynaklarının korunması gibi konular var. Jeotermale gelince, bu taksonomi sistemince uygun ekonomik faaliyetler arasında yer alıyor. Bütün jeotermal yatırımları uygun ekonomik faaliyetler içerisinde yer alıyor. Az önce bahsettiğim kriterlerin ne kadar fazlasını gerçekleştirirse, jeotermal yatırımları taksonomide bir uyum oranı hesaplanıyor. Yani %10 uyumlu, %30 uyumlu, %50 uyumlu gibi. Bu uyum oranı ne kadar artarsa, uluslararası finans kuruluşları daha fazla para ve finansman sağlıyor. Hem uluslararası finansman aktörleri açısından hem de yatırımcıları buluşturma açısından çok önemli bir işlev öngörüyor. İkinci meselede, Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımız çok güzel ifade ettiler. Emisyon azaltım seçeneklerinden bir tanesi, her aktörün kendi yapabilecekleri. Ancak yapmadığı takdirde birtakım mali mekanizmalar devreye girer. Bunlardan bir tanesi de emisyon ticareti sistemi. Avrupa Birliği’ne ihracat yapacak imalat sektörümüz, özellikle 6 sektör, gelecek seneden itibaren maalesef Avrupa Birliği’nin yeniden büyüme stresinin, yani kendi sektörünü koruma amaçlı olarak, ürünlerimize emisyon vergisi getirmeye başlayacak. Biz de bunu en az zararla atlatabilmek ve ülkemizin çıkarlarını koruyabilmek için bu sistemi kuruyoruz.
Buradan gelecek geliri, ESG fonlarından alacağımız geliri ve iklim değişikliği finansmanından ulaştığımız gelirlerin hepsini bir fon yönetimi mekanizmasında, yeşil dönüşüm için kullanmamız gerekiyor. Jeotermalin şöyle bir şansı var: Elektrik zaten hem YEKDEM’den hem de feed-in tarifeden destek alıyor. Ancak özellikle sera ve doğa temelli çözümler noktasında, Seçil Hanım da söyleyecektir, butik projeler çok daha fazla ilgi görüyor, daha kolay finansmana erişebiliyor ve geri dönüşleri çok daha fazla olabiliyor. Bu noktada, bu sistemi, teşvik mekanizmalarını ve finansal ekosistemi ülkemize getirdiğimizde, yatırımcılarımıza en doğru şekilde kullandırmayı amaçlıyoruz. Amacımız bu. Organizasyon için gerçekten çok güzel bir panel oldu. Hocama ve değerli misafirimize çok teşekkür ediyorum. Çok güzel şeyler öğrendik. Teşekkür ediyorum, saygılarımı sunuyorum.
Seçil YILDIZ: Biz teşekkür ederiz. Sayın Başkanım, çok önemli konulara değindiniz. Birincisi, sınırda karbon düzenleme mekanizması 2027’de maalesef gelecek. Ülkemizin kaybı 5.3 milyar dolar olacak. Geçen seneki gayri safi yurtiçi hasılamız 1.1 trilyon dolar, %5’i çok büyük bir rakam. Yani senede %1 büyütebilmek için gerçekten dişimizi tırnağımıza takıyoruz ülke olarak. %1’ler çok büyük rakamlar. O yüzden sınırda karbon düzenleme mekanizması içinde önce 6 pilot sektörümüz var. Sonrasında diğer sektörlere de gelecek. Avrupa’ya ihracatımızın %42’si Avrupa’ya yapılıyor. Dolayısıyla böyle bir şeyi göz ardı edemeyiz. Bu dönüşüm şart. Jeotermal bu bağlamda çok önemli. Bir şey daha eklemek istiyorum müsaadenizle. Sayın Başkanım, Çevre İklim Değişikliği Başkanlığımızda birçok fon yurt dışından, Avrupa Birliği fonları vesaire zaten geliyor. Sayın Tuğba Başkanımla da görüşmüştük biz Ankara’dayken. Bence İklim Değişikliği Başkanlığının kesinlikle böyle bir paydaş şeyinin yani master planının parçası olması gerektiğini düşünüyorum. Siz de zaten iklim değişikliği finansmanı bölümü kurdunuz. Hibe şeklinde de bu fonlar geliyor ama zaman zaman âtıl kalıyor ya da başka projelere gidebiliyor. O yüzden jeotermal yatırımcıları ve yatırımcılarımıza proaktif olmalarını tavsiye ediyorum. Yani gidin kapılarını aşındırın İklim Değişikliği Başkanlığımızın. Kendisi burada zaten Mehrali Bey. Gerçekten hibe şeklinde birçok fon var yurt dışından. Şimdi tekrardan hocama geleceğim. Bu sefer jeotermali soracağım hemen. Hocam, ne yapacağız jeotermalde? Uluslararası birleşmeler konusunda çok hakimsiniz. Bu bağlamda ne düşünüyorsunuz? Biz kimle iş birliği yapabiliriz? Ülkeyi nasıl daha lider konumuna getirebiliriz?
Prof. Dr. Hüseyin BAĞCI: Jeotermal özelinde beni köşeye sıkıştırdı ama çıkacağım. Bugünkü konuşmalardan özellikle şunu çıkardım: Jeotermal enerji, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde daha fazla önem kazanacak varlıklarından biri olacak. Bu konuda Türkiye’nin gitmesi gereken yol çok. Bunu yaparken de en yukarıdan en aşağıya kadar veya en aşağıdan en yukarıya kadar bütün ilgili bakanlıklar, paydaşlar, sizin söylediğiniz gibi hepsinin bir araya gelip bir karınca kolonisi gibi iş yapması lazım. Herkes kendi başına değil, onları bir araya entegre edecek bir yapı. Zannediyorum Mehmet Bey onu önermişti. Yani Cumhurbaşkanı Yardımcısının bütün bu konularda bir yapı oluşturarak bütün paydaşları bir araya getiren ve bunun siyasetini, politikasını takip edecek bir sistematiğe dönüştürmesi lazım. Biraz şakayla karışık ama dünyanın değişik yerlerinde kaplıcalara gittim. Japonya’da, Çin’de, Tayvan’da, Macaristan’da, Almanya’da… Özellikle turizm konusunda jeotermal turizmi sağlıkla bağdaştırabilirsek çok büyük bir şansımız var. Bundan bir 10 yıl evvel Sağlık Bakanlığı İngilizlerle görüşme yapıyordu. Tatlı dil konuşmalarıydı. Onun adı “Sweet Talks”. Reha Denemeç ve Yaşar Yakış başlatmışlardı onu. Amerikalı ve İngiliz dışişleri bakanı ile birlikte. Toplantıda şöyle bir şey geldi: 252 milyar poundluk bir yatırım alanı var. Türkiye, özellikle diş sağlığından tutun da bir de biliyorsunuz Türk Hava Yollarına “Turkish Hair Lines” diyorlar. Çünkü uçağa bindiğinizde şöyle bir bakıyorsunuz, 40 tane erkek varsa 20 tanesi saç ektirmiş. O nedenle airline değil de hairline olarak geçiyor. Thank you for the confirmation. Şimdi, turizm sektörünü ben Ömer Bey’i dinledikten sonra gerçekten çok etkilendim. Şubat ayında yaptığımız konuşma beni bu yönde düşünmeye itti. Avrupa’nın demografik yapısı değişiyor ve daha fazla yaşlı nüfus olacak. Avrupa’da daha fazla sağlık sorunu olacak. Şimdi Avrupa’ya ne gönderiyoruz? Genç çocukları gönderiyoruz hemşirelik yaparak. Bütün doktorlar, hemşireler gidiyorlar ama nereye kadar gidecek? Onların buraya geri gelmesi lazım. Ve gelecekler, İngiltere’den, Avrupa’dan, İsveç’ten. Bana göre bu da yeni bir avantaj olabilir. Termal turizmi çok önemli olmaya doğru gidiyor. Sağlık sektörü çok pahalı. İki sektör dünyada çok pahalı: savunma sektörü ve sağlık sektörü. Milyar dolarlar uçuşuyor havada. Öyle böyle değil.
İngiltere’den o toplantılarda mesela benim bölgem Edirne. Edirne’de de bir yapılanmaya gidilecekti. O zamanın sağlık bakanı Gümülcine biliyorsunuz Edirne’ye de çok yakındı. Ama burada yeni jeotermal yatakların, olanakların olduğunu görünce işlenilmemiş bir doğal yapı olduğunu fark ettim. Bunu dışarıya çıkarmak lazım. Tıpkı Güney Afrika’da madenlerin içinde elmas arayan bir insan gibi. Türkiye, hazine sandığı üzerinde oturan dilenci gibi. Altta ne var bilmiyoruz. Henüz kaynakları yeterince kullanmadık. Ülkenin zihinsel kaynağı dahil olmak üzere çok israf ediyoruz ama kullanmıyoruz. Bunu kullanabilmek için topyekün bir yeniden yapılanmaya gerek var. Ben bunun sosyal boyutunu düşünebilirim. Nasıl yapılır? Sistemin çalışabilmesi için Türkiye’de güven sunması lazım. Güvensizlik üzerine kurulu bir yapıda gidemezsiniz. Bakın, size müsaadenizle bu örneği vereyim. Viyana Diploması Akademisi’nde konuşma yapıyoruz. Son konuşmacı benim. Fransa’nın eski savunma bakanı Elen, İngiltere savunma bakanı Jeffir Hun, Polonya eski savunma bakanı, şimdi senatör Mr. Bolgeç, eski Avusturya Savunma Bakanı Werner Fasıl Abent ve Avusturya’nın Genelkurmay Başkanı da oradaydı. Ben de son konuşmacıyım. Türkiye’nin güvenlik ve uluslararası stratejilerini anlattım. Alkışladılar sağ olsunlar. Uluslararası alkışlar, çok yabancı katılım vardı. Fransız eski savunma bakanı Jagunin dedi ki, “Hüseyin Bey, çok vatansever bir konuşma yaptınız. Tebrik ediyorum.” Tabii hemen gevşedim. “Öyle ama bir sorum var,” dedi. “Nedir?” dedim. “Your country does not have trust,” dedi. “Ülkeniz güven vermiyor. Siz çok güzel konuştunuz. Biz de alkışladık ama ne fayda?” Ve ben de dedim ki, “Beyefendi, ben zaten bunun için buradayım. Size Türkiye’de güvenin sağlanabileceğini anlatmak için buradayım. 2001 yılı bu. Şimdi biz Türkiye’de özellikle önümüzdeki süreçte uluslararası alanda rekabet edeceksek ve yatırımı çekeceksek, Türkiye’deki hukuk sisteminin güven vermesi lazım. Kazakistan’da yatırım yapan bir yabancı firma, Kazakistanlı muhatabıyla sorun yaşarsa İngiltere mahkemelerini yetkili kılıyor. Biz halen çok şükür bu durumda değiliz. Avrupa Birliği ile müzakere ediyoruz, Avrupa Konseyi üyesiyiz. Hukukçu arkadaşlarımız var ve Avrupa Birliği hukuk yapıları içerisinde yer alıyoruz. O nedenle Türkiye’ye bakış açısının değişmesi gerekiyor. Küreselleşmeden olumsuz yönde de çok etkilendik. Yağmur dışarıda yağıyorsa ve siz şemsiyesiz çıkıyorsanız ıslanırsınız. Şemsiye ile çıkarsanız yine ıslanırsınız ama az ıslanırsınız. Türkiye olarak jeopolitik ve jeostratejik konumda bulunan bir ülke olarak çok daha fazla şey yapabiliriz. İş adamlarımız dünyanın her yerine mermerden tutun, boruna kadar birçok şey ihraç ediyor. Ben dolaşıyorum, üniversitede sadece odasında oturan biri değilim. İçeride, dışarıda Mehmet Bey gibi o da çok uçuyor. Maşallah. Benim bir de “uçan profesör” diye lakabım var. Kim taktıysa hala bilmiyorum. 121 ülkeye gittim. Kıyaslama yapabiliyorum ve her Türkiye’ye dönüşümde neler yapabiliriz, daha fazla nasıl yapabiliriz diye düşünüyorum.
Son cümlem şu: Bu aşamada jeotermal olayı bağlamadan yine başarıyla çıkacağım. Öyle oldu gerçekten. Turgut Özal döneminin dışarıya açılma ve zihinsel özgürlüğün olduğu dönemde doktorasını bitirip Türkiye’ye gelen ve Türkiye’nin demokratikleşmesi için mücadele veren, öğrenci yetiştiren kişilerden biriyim. Her geçen gün özgürlüğü hissediyorduk. Kanunların değişikliğiyle tersine bir durumun yaşanmasını engellemeliyiz. Dünyada kabul görebilmeniz için iyi olmanız yeterli değil. Kullandığınız sistemin ve içinde bulunduğunuz ekosistemin size güven sağlaması lazım.
Son cümle: Yıl 2012, Almanya’nın Bonn kentinde yaklaşık 350 kişi dinliyor. Diplomatlardan generallere tıklım tıklım. Hayatımda ilk defa sahneye geldim. Ukala bir şekilde elim cebimde, Geldim, şöyle baktım ve dedim ki: “24 yıllık akademik yaşamımda, o zaman daha gençtim, şimdi 36 oldu, ilk defa maddi olarak, devlet olarak, toplum olarak, ekonomik olarak çok güçlü bir pozisyondan konuşuyorum. Biz Türkiye olarak geliyoruz.” Arap Baharı çıktı. Bugün aynı konuşmayı yapabilir miyim? Ekonomik olarak zor ama Türkiye’ye olan güvenim halen var ve biz çıkarız. Biz bunu yaparız. Sorunlarımız var ama biz sorunları çözeriz. Ne sorunlar çözdük biz ya? Bu nedir deme. Geçeriz, biz bunları aşarız.
Seçil YILDIZ: Çok teşekkürler hocam. Yanlışlıkla jeotermale de girdiniz ama hafiften kaplıcalar tarafında. Ben de o arada ChatGPT’ye de baktım. İzlanda’nın turizm gelirleri Türkiye ile kıyas kabul etmez ama 45 milyar dolar az da değil, küçücük bir ülke. Sadece bir tane Blue Lagoon diye çok güzel bir tesis var. Oraya yılda 1,5 milyon insan gidiyormuş. Düşünün yani. Ürgüp’te inşallah böyle şeyler yaparlarsa yatırımcılarımız ya da başka bölgelerinde Türkiye neden gelmesinler? Bir. İkincisi, paradigma artık bütün dünyada değişti. Bence biz 16 büyük ekonomiyiz. Halen gümbür gümbür gidiyoruz. Tabii dinamiklerimiz çok iyi ama bütün dünyada paradigma değişti. Kim gider Amerika’ya şimdi yatırım yapar ya da Çin’e yatırım yapar, onu ayrı tartışırız sizinle daha sonrasında. Bence sorun biraz daha farklı bir noktada, onu ama ayrı konuşacağım ben sizinle. Çok teşekkür ediyoruz katkınız için. Özellikle kaplıca turizmini de vurguladığınız için.
Jerome, tekrar sana geliyorum. Bu arada şimdi Safi Afrika çok güzel bir şirket. Olağanüstü Kenya’da, Kenya gibi bir ülkede bir sürü zorluğa rağmen bunu kurarak, böyle bir şirkete çok kısa tutarak, çok özür dileyerek çünkü süremizi bayağı açtık, neler önerirsiniz Türkiye için? Neler yapabiliriz? Küçük yatırımcılarımız tarımda, enerjide, jeotermal tarafta kullanarak turizmde siz neler yaptınız ve önerileriniz neler olur? Böyle kısa bir şeyde çok özür dileyerek sizden rica edeceğim. Tekrardan çok teşekkür ediyorum.
Jerome OKOLO: Ben hızlıca bir soru sorarak başlamak istiyorum. Burada İngiltere’deki karasal rüzgâr tesisleriyle Petrol Arama firmaları arasında Nijerya’da ne bağlantı var diye sorsam bilen var mı? Bir de ikinci bir soru sorayım. Peki en kötü şey nedir diye sorsam, en kötü senaryo bir yatırımcı açısından düşünürsek ne olabilir? Bir enerji projesinde, yani bir yatırımcısınız, öz kaynak borç nedir? En kötü senaryo nedir başınıza gelebilecek? Hadi bir kişi artık el kaldırır. Buyurun. Peki, herhalde kuyuyu açıp da kuru bir kuyu çıkması. Tamam. Peki. Tamam. Konuşun kendi dilimiz. Evet, arama yapıp hiçbir şey bulamamak. Bunun nedeni de yatırımlarda genelde bir yatırım yapıldıktan sonra %1, %3, %5, %10, %50 geri döner ama tabii kaynaklar yatırımları sıfır geri dönüş olabiliyor. Çok sağ olun. Güzel cevap bence.
Şimdi benim aslında demek istediğim şeye getirirsem lafı, yatırımcılarla burada bu sektörlerde ne paylaşırım ben? Altyapıya yatırım yapmak için 10, 15, 20, 25, 30 sene gidecek bir şeye yatırım yapmak demek en az üç ruhsat gerektiriyor. Önce bir siyasi ruhsat gerekiyor. O da zaten hükümetler tarafından kamudan alınıyor. Finansal ruhsat dediğimiz finansal ehliyet de genelde yatırımcılardan geliyor. Hesaplarını, kitaplarını yapıyorlar. Orta vadeli getiri oranını, NPV’sini, gelecek gelirlerin istikrarını, iç getiri oranlarını hesaplıyorlar. Nereden nasıl para alacaklar, bunun kaydını tutacaklar. Bir de finansal ruhsatı var bunun. Üçüncü ruhsatı da aslında bunlar kadar önemli. Genelde unutuyoruz ve iyi kontrol edilmezse muazzam kayıpların da yaşanabileceği sosyal ruhsat. O da işletme ruhsatı. İngiltere’de bugün onshore rüzgar yapamıyorsunuz. Herkes bunun iyi olduğunu biliyor. Evet, buraya yatırım yapmak güzel ama sosyal ruhsat artık sosyal insanlar bunu kucaklamıyor. İngiliz insanı, yani devlet istiyor ama insanlar istemiyor. Benim lisanstan kastım o. Sosyal ruhsatı yok. Nijerya’da da uluslararası petrol firmalarına kimse güvenmiyor. Gelip arama üretim faaliyetleri yapmalarını kimse istemiyor.
Nijerya’da da toplum desteği kayboldu. Bu açıdan cevap da güzel oldu. En kötü olabilecek şey zaten özkaynakla yatırım yapıp özkaynağı kaybetmektir. Yani bitti gitti, puf. Kuyuyu açtınız, hiçbir şey çıkmadı. Borç konusu yatırımcıya anlatmaya gerek yok. Borç, stres seviyesini aşmamalı. Paranın geri gelmeyeceğinin belirmesi en kötü senaryodur. Ama daha da kötüsü var. Beterin beteri de var. O da sosyal izni, desteği kaybetmektir. Altyapı vesaire her şey gider. Gel al götür borularını da sök. Bütün sıcak suyun varsa al yürü git buradan derler. Sosyal destek kaybolduğunda diğer yapılmış yatırımların da bir getirisi, faydası kalmaz.
Jeotermal projelerde en azından 5-10 sene öncesinden görmeye çalışarak hareket etmek gerektiğini öneririm. Toplumsal desteği yakalamak için çalışmanızı öneririm. İnsanlar ne yaptığınızı ne yapmak istediğinizi ve faydasını görsünler. Bu işin sosyal ruhsatıdır. En büyük risk budur. Maddi yönlerini düşünüp altyapısını, finansmanı buldunuz ama insanlar istemezse biter o iş. Mühendisler buharları, boruları sever ama halk için, sokaktaki adam için, hele hele arsasına girip de yapıyorsanız, 30 sene oradaki adamın arka duvarına bitişik bahçesinin çitine bitişik bir fabrika dikiyorsanız, önemli politika kararları almak lazım. Bu gelişimi önümüzdeki 15-20 sene, belki daha uzun vadeli düşünmek lazım. Bunun için öncelikle etik davranış kuralları olması lazım. Çevre Şehircilik Bakanlığı vesaire üzerine bina edilmiş ilave ve daha güçlü etik davranış kuralları olmalı ki halk desteği kaybolmasın.
İngiltere örneğine dönecek olursak, İngiltere’de devlet karada yapmak istiyor ama halk izin vermiyor. Coğrafi tarife düzenlemeleri çalışıyor. Enerji firmasının faaliyetlerinden etkilenen bir bölgede yaşayan insanlar varsa, enerji faturalarında kayda değer destekleme yapılıyor. Bu tesislerden birine şu kadar mesafede yaşıyorsanız, enerji maliyetlerinde kayda değer bir düşüş oluyor. Belli bir çapta oturuyorsanız, sıcak suyu çok düşük maliyetle alabiliyorsunuz. Solar yatırım yapmanıza gerek kalmıyor. Hane kullanımı için ve işletmeler için aynı uygulamalar geçerli. İngiltere örneğinde, ekosistem içerisinde sıcak su ekosistemi içerisinde sanayi kollarının da geliştirilmesi lazım. İlave işletmeler, ilave gelir ve burada kalmak için de bu işletmeler, bu insanlar için de orada kalmaları için bir neden oluşturmak lazım. Sosyal olarak bunu satabilmek lazım. Halkın benimsemesi, desteklemesi lazım. İşletme açacaklarsa, insanlar jeotermal tesisler gibi yerleri 15, 20, 25 sene boyunca desteklemeli. Sektörü, yatırımı desteklemeleri lazım. İnsanların kucaklaması lazım.
Seçil YILDIZ: Evet, mikrofonu biraz yakın tutmasını istedik. Evet, öyle yani buraya kadar duyulmuştur umarım. Son olarak hemen söylemek istiyorum. Bizde, Hüseyin Bey’in de söylediği gibi, sadece buradaki yatırımcılar değil, sadece mühendisler ya da bürokratlar değil, Türkiye’nin tamamının bunu desteklemesi lazım. Altın üzerinde oturdukları o altının yerine gelmesinin faydasını görmeleri, herkesin faydasına olacağını anlamaları lazım. Toplumun sahiplenmesi derken demek istediğim bu.
Değerli panelistlerimiz, gerçekten çok güzel şeyler paylaştınız. Ben yine dışarıda devam edeceğim sizleri sıkıştırmaya, ama hocamı jeotermalde, Jerome’yi Türkiye’de neler yapacağız konusunda. Burada zaten zamanımızı fazlasıyla açtık. Sizlerin de sabrınız için çok teşekkür ediyorum. JEMYAD’a da bir kere daha Ömer Bey liderliğinde böyle güzel bir organizasyon yaptığı için çok teşekkür ediyoruz. Elimizden gelen desteği biz finansörler olarak, İklim Değişikliği Başkanlığımız gene regülatör olarak, hocam politika üretmekte, Jerome uluslararası deneyimlerini paylaşmakta bizlerle beraber olacak diye düşünüyorum. Bir kere daha teşekkür ediyorum sizlere de.
- Panel II – Jeotermal Seracılık ve Gıda Güvenlİğİ
Moderatör: Ali ŞAYAKÇI
Konuşmacılar:
- Volkan ÖZTÜRK – Trioinvest
- Hasan GÜMÜŞ – Yayla Agro
- Arzu ŞENTÜRK – Agrobay Seracılık
- Murat YILMAZ – Alarko
- Kemalettin BAYAT – Ziraat Bankası
- Ezgi ÇOBAN-Tarım ve Orman Bakanlığı
Bu panelde, iklim değişikliği, su azlığı ve pestisit kullanımı gibi meydan okumalar bağlamında uzun vadede sağlıklı ve güvenli gıdaya erişim için Türkiye’nin jeotermal seracılıkta kat etmesi gereken mesafe, global perspektifte karşılaştırmalı olarak ele alınması ve bir yol haritası için öneriler sunulması amaçlanmıştır. Bu çerçevede panelde
-
- Jeotermal Seracılıkta Türkiye’nin Yeri
- Finansman ve Destekler
- Jeotermal Seracılıkta Yeni Teknolojiler, Trendler
- Dünya Örnekleri ile Düzenleyici Çerçeve ve Öneriler başlıkları ele alınmıştır.
Sunucu: Efendim, iklim değişikliği, su kaynaklarının azalması ve tarımsal sürdürülebilirlik gibi kritik başlıklar ışığında, bu panelde Türkiye’nin jeotermal seracılık alanında attığı adımlar, karşılaşılan zorluklar ve geleceğe yönelik fırsatlar ele alınacak. Finansmandan teknolojiye, mevzuattan uluslararası örneklere kadar uzanan çok boyutlu bir değerlendirme bizleri bekliyor.
Bu oturumu yönetmek üzere, JEMYAD Başkan Vekili Sayın Ali Şayakçı’yı moderatör olarak büyük alkışlarınızla sahneye davet ediyorum. Efendim, hoş geldiniz, şeref verdiniz. Çok teşekkür ediyorum.
Ve şimdi panelistlerimizi sahneye davet ediyorum:
- Trioinvest International Başkan Yardımcısı Sayın Volkan ÖZTÜRK. Hoş geldiniz Volkan Bey, teşekkür ederiz.
- Yayla Agro Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Hasan GÜMÜŞ. Hoş geldiniz efendim.
- Alarko Sanayi ve Ticaret A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı Sayın Murat YILMAZ. Hoş geldiniz Murat Bey.
- Tarım ve Gıda Bakanlığı İyi Tarım Uygulamaları ve Organik Tarım Dairesi Başkanı Sayın Ezgi ÇOBAN. Hoş geldiniz Ezgi Hanım, teşekkür ediyoruz.
- Ziraat Bankası Tarımsal Bankacılık Grup Başkanı Sayın Kemalettin BAYAT. Hoş geldiniz Kemalettin Bey.
Yine çok önemli bir zirveye ev sahipliği yapıyoruz ve çok değerli konuklarımız yerlerini aldı. Sözü size bırakıyorum efendim.
Ali ŞAYAKÇI: Merhaba, öncelikle hepiniz hoş geldiniz. Değerli Başkanımız Ömer Bey’in liderliğinde ve Kapadokya’nın ev sahipliğinde, çok kıymetli bir jeotermal enerji grubunu bir araya getirmiş bulunuyoruz. Bugünkü tartışma konumuz, jeotermal seracılık, jeotermal tarım ve bu tarım yönteminin gıda güvenliğindeki rolü. Bugün jeotermal enerji çok farklı perspektiflerden ele alındı. Biz ise daha geleneksel ve günlük yaşamla iç içe bir alandan, tarımda jeotermalin kullanımından bahsedeceğiz.
Kısa bir ara vermek istiyorum çünkü önemli bir ismi anons edeceğim: Agrobay Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Arzu Şentürk aramıza katılıyor. Hoş geldiniz Arzu Hanım. Teşekkür ederim, ben de teşekkür ederim efendim. Buyurun lütfen. Arzu Hanım’a yeniden hoş geldiniz diyoruz ve devam ediyoruz. Şimdi ilginç bir veriyi paylaşmak istiyorum: Geleneksel enerji sistemlerinde verimlilik içten yanmalı motorlarda %30-40 civarındayken, elektrik üretiminde kömür ya da doğalgazla %60’lara ulaşabiliyor. Ancak jeotermal seralarda, enerjinin neredeyse %100’ü doğrudan ısı enerjisi olarak bitkilere aktarılabiliyor. Bu da elektrik enerjisiyle kıyaslandığında %300 ila %500 arasında bir verimlilik artışı sağlıyor. Yani enerjinin en verimli kullanıldığı alanlardan biri bu seralar oluyor. Sözü çok uzatmadan, değerli konuklarımızı dinlemek istiyorum. Öncelikle hanımlardan başlamak istiyorum. Arzu Hanım, sorumu dilediğiniz gibi esnetebilirsiniz, ama şöyle başlamak isterim: Jeotermal tarım ne gibi ek faydalar sağlıyor? Küçük ölçekli çiftçiler ya da büyük ölçekli sera işletmeleri açısından hangi avantajları sunuyor? Konvansiyonel tarıma göre ne gibi özgün farklılıkları var?
Arzu ŞENTÜRK: Herkese merhabalar. Kalabalık bir ortamda fazla zaman almak istemem. Kısaca özetleyecek olursak; jeotermal enerji, bitkisel üretim açısından bizim için çok kıymetli. Bitkinin optimum sıcaklıkta üretimi sağlanmazsa özellikle kışlık üretimlerde istenen verim alınamaz ve katlandığımız maliyetler üretimi sürdürülemez hâle getirir. Jeotermal enerji, ilk yatırım maliyeti açısından yüksek olsa da diğer ısıtma sistemleriyle karşılaştırıldığında en az üçte bir oranında daha ucuzdur. Aynı zamanda temiz ve sürdürülebilir bir enerji kaynağı olması nedeniyle bitkisel üretimde büyük avantaj sağlar.
Ali ŞAYAKÇI: Küçük Çiftçiler Jeotermal Seracılıktan yararlanabilir mi?
Arzu ŞENTÜRK: Bu sistem küçük çiftçiler tarafından da kullanılabilir mi? Eğer ortak bir yönetimle, yani tek merkezden bir organizasyonla yürütülebilirse, neden olmasın? Özellikle kış üretiminde maliyetler düşürüldüğünde, bu durum küçük çiftçiler için büyük bir destek olur. Bu arada ben, jeotermal enerjiyi ilk kullanan modern sera yatırımcılarından birinin kızıyım. Babam, maalesef vefat etti. Ondan sonra bayrağı ben devraldım. Seramızı hamam ruhsatıyla kurduk. Bu yüzden bugün burada olmaktan çok mutluyum. Affınıza sığınıyorum, üzerinden 13 yıl geçti ama hâlâ büyük bir acı. Babam 47 yaşındaydı ve bu işe büyük emek verdi. Bana ilk anlattığında, hamam ruhsatıyla üretime başlayıp bugün bu zirveye gelmek, benim için gerçekten umut verici bir tablo. Gelecekte de umarım bu tür zirvelerden olumlu sonuçlar çıkar ve jeotermal enerji bitkisel üretimde çok daha yaygın ve etkin bir şekilde kullanılır. Çok teşekkür ederim. Tekrar özür diliyorum. Aynı zamanda babamı da anmış olduk, o vizyoner insanı.
Ali ŞAYAKÇI: Babanızın adını bizimle paylaşır mısınız?
Arzu ŞENTÜRK: Tabii, Hasan Şentürk. 2001 yılında hiçbir tarım bilgisi olmadan Hollanda’ya gidip, aslında sadece bir iş makineleri fuarına katılmak üzere yola çıkmıştı. Ancak orada seraları görünce, bu kadar küçük bir ülkenin nasıl olup da dünya tarımında söz sahibi olduğunu merak edip araştırmaya başladı. Döndükten sonra çalışmalarına devam etti ve Türkiye’de ilk jeotermal ısıtmalı modern serayı kurdu. 60 dönümle başlayan yatırım şu anda 600 dönümde tek yerleşkede faaliyet gösteriyor ve Jeotermer, Türkiye’nin ve Avrupa’nın en büyük serası konumunda.
Ali ŞAYAKÇI: Bravo. Çok teşekkür ederiz. Babanız eminim burada çok gururludur. Bu misyonu güzel bir şekilde sürdürüyorsunuz.
Arzu ŞENTÜRK: Çok teşekkür ederim, sağ olun.
Ali ŞAYAKÇI: Peki, devletin jeotermal kaynaklarla yapılan seracılığı destekleme konusundaki politikası nedir? Bu konuda bilgi alabilir miyiz?
Kemalettin BAYAT: Merhaba değerli katılımcılar. Öncelikle bu toplantıyı düzenleyen JEMYAD Yönetim Kurulu Başkanımıza, üyelerine ve siz değerli katılımcılara Ziraat Finans Grubu adına saygılarımı sunuyorum. Ziraat Bankası olarak 160 yılı aşkın süredir tarımı finanse ediyoruz. Türkiye’de tarım sektörüne sağlanan kredilerin %70’inden fazlası bankamız tarafından kullandırılmaktadır. 1750’yi aşkın şubemizle Türkiye’nin en geniş şube ağına sahibiz. Ayrıca 20 ülkede 132 noktada Türk iş dünyasına hizmet veriyoruz. Tarımı sadece kâr amacıyla değil, stratejik bir sektör olarak görüyoruz. Son yıllardaki gelişmeler sadece iklim değişikliği değil, aynı zamanda artan güvenlik endişeleri ve bölgesel riskler tarımın vazgeçilmezliğini açıkça ortaya koydu. Tarımın sürdürülebilirliği için finansman kritik önemdedir. 2024 yılı sonu itibarıyla Türkiye’de tarım sektörüne sağlanan kredi hacmi yaklaşık 900 milyar TL’ye ulaşmıştır. Bu kredilerin %70’inden fazlası yine Ziraat Bankası tarafından verilmiştir. Türkiye genelinde ÇKS kaydı bulunan 2,3 milyon çiftçiden 942.000’inin bankamızla kredi ilişkisi bulunmaktadır.
Kredi dağılımına baktığımızda: %48 hayvancılık, ardından bitkisel üretim ve üçüncü sırada mekanizasyon kredileri yer almaktadır.
Yatırım ortamının iyileştirilmesi, devletin teşvikleri ve uzun vadeli bakış açısı bizim için çok önemli. Banka olarak yatırım kredilerine ayrı bir önem veriyoruz. Toplam tarım kredilerimiz içinde yatırım kredilerinin payı %25 civarındadır; kalan %75 ise işletme kredilerinden oluşmaktadır. Tarımı finanse ederken, sıradan bir ticari işletmenin bilançosuna bakar gibi yaklaşmıyoruz. Çünkü tarım, ekonomik olduğu kadar sosyal ve stratejik bir sektördür.
Ali ŞAYAKÇI: Ziraat Bankası’nın jeotermal seracılık ve tarım finansmanına bakışı nedir?
Tarımı finanse ederken biz Ziraat Bankası olarak farklı bir bakış açısına sahibiz. İşletme giderleri için sağladığımız kredilerde, üreticinin bir üretim dönemi boyunca ihtiyaç duyduğu tüm girdileri %100 oranında finanse ediyoruz. Yani, yatırım projelerinde bankalar genellikle %25 oranında öz kaynak talep ederken, biz işletme kredilerinde hiçbir öz kaynak katkısı istemiyoruz; tamamını kredilendiriyoruz. Yatırım kredilerinde ise, kadınlara, gençlere ve kooperatiflere özel olarak devlet politikaları doğrultusunda %90’a kadar finansman sağladığımız ürünler mevcut. Bu kapsamda verilen kredilerin büyük kısmı sübvansiyonludur. Her yıl Cumhurbaşkanlığı kararıyla yayınlanan düzenlemelerle sübvansiyonlu kredi kapsamları ve indirim oranları belirleniyor. 2024 yılı için yayımlanan kararla, çeşitli üretim başlıklarında sübvansiyonlu krediler sağlıyoruz. Artan enflasyon ve yüksek faiz oranlarına rağmen, çiftçilerin bu kredilere olan ilgisi oldukça yüksek. Bugün tarım kredilerimizin %90’ından fazlası sübvansiyonlu kredilere dönüşmüş durumda. Bu kredilerde %25’ten başlayan, genel olarak ise %50 oranında baz faiz indirimi uygulanıyor. Bazı özel kriterler sağlandığında örneğin kadın üretici, genç çiftçi, kooperatif üyesi gibi bu oran %100’e kadar çıkabiliyor. Yani kredi faizinin tamamı devlet tarafından karşılanabiliyor. Şu an tüm faiz yükünün yaklaşık %70’inden fazlası Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından üstleniliyor. Bu hem bu yıl hem gelecek yıl için devletin ciddi bir bütçe ayırdığını gösteriyor.
Jeotermal sera yatırımları, “kapalı ortamda bitkisel üretim” başlığı altında değerlendirilmekte. Bu başlık altında üst limitimiz 100 milyon TL. Bir yatırımcı, jeotermal sera için bu tutarda kredi talebinde bulunduğunda, faiz indirimi %50’den başlıyor. Jeotermal yatırım olması durumunda bu indirime +20 puan ekleniyor. Kadın veya genç girişimci ise +15 puan daha ekleniyor. Diğer kriterlerle birlikte bu oran %100’e ulaşabiliyor. Yani sıfır finansman maliyetiyle 100 milyon TL’ye kadar jeotermal sera kredisi kullanmak mümkün hale geliyor. Burada en önemli nokta, projenin fizibil olmasıdır. Ancak gözlemlerimiz ve geri dönüşler gösteriyor ki, jeotermal seralarda gelir-gider farkı oldukça yüksek. Finanse ettiğimiz projelerde, yatırım maliyetine bağlı olarak 50–60 ay içinde yatırım kendini amorti edebiliyor. Son 5 yılda jeotermal sera alanında kullandırdığımız krediler 12 kat artarak 2,7 milyar TL’den 18 milyar TL’ye ulaştı. Bugün sadece seracılık sektöründe kullandırdığımız toplam kredi hacmi 18 milyar TL’dir. Genel olarak tarımsal kredilerimizin %25’i yatırım kredisi iken, jeotermal seracılıkta bu oran %50’ye çıkıyor. Yani bu alandaki projelerin yarısı yatırım kredisi, diğer yarısı ise işletme kredisi olarak sübvansiyonlu şekilde sağlanıyor. Sera kurulumundan sonra da üretim dönemine ait tüm giderleri aynı kapsamda kredilendirebiliyoruz.
Jeotermal enerji yalnızca tarımda değil, turizm ve enerji sektörlerinde de oldukça önemli. Biz banka olarak iklim değişikliğiyle mücadeleyi çok önemsiyoruz. Geçtiğimiz ay, 29 ülkeden 69 bankanın katılımıyla Türk bankacılık tarihinin en büyük sendikasyon kredisini sağladık: 1.750 milyar dolar. Üstelik faiz oranı geçen yıla kıyasla 100 baz puan düştü. Bu, ülkemize ve bankamıza olan güvenin bir göstergesi. Bu fonu sürdürülebilir tarım, yeşil enerji dönüşümü ve 2053 net sıfır karbon hedefi doğrultusunda kullanmayı planlıyoruz. Bu büyüklükteki bir kredi, ülke için çok önemli bir kazanım ve vizyonumuzun bir yansımasıdır.
Geçtiğimiz aylarda yaşanan don olayları, ürün kaybına ve rekolte düşüşüne neden oldu. Bu tür iklim riskleri, seracılığın ve modern tarım uygulamalarının önemini daha da artırıyor. Artık sadece kırsalda değil, şehir merkezlerinde, hatta alışveriş merkezlerinin altında bile tarım yapılabiliyor. Dikey tarım, kapalı alan tarımı gibi uygulamalar tarımda dönüşümün kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Türkiye’de de jeotermal seracılık yatırımları yapılıyor ve bu alanda birkaç örnek proje mevcut. Ancak yatırım maliyetlerinin yüksek olması ve toplam üretim alanı üst limitinin 5.000 dekar olarak belirlenmiş olması nedeniyle talepler sınırlı kalıyor. Bu büyüklükte bir üretim alanına ulaşmak oldukça zor olduğu için uygulamada erişilebilirlik kısıtlı oluyor. Geçtiğimiz ay Tarım ve Orman Bakanlığımızla bu konuyu istişare ettik. İlk fırsatta bu üst limiti daha ulaşılabilir bir seviyeye çekmeyi planlıyoruz. Seracılık bu anlamda çok önemli bir alan. Zira sahada yaptığımız gözlemlerde tarımın bazen “Allah’ın işi” olduğunu görüyoruz: don oluyor, kuraklık yaşanıyor. Tüm bu risklere karşı önlem almak gerekiyor. Bu çerçevede seracılık, özellikle kontrollü ve kapalı sistemlerle yürütüldüğünde, iklim koşullarından daha az etkilenerek sürdürülebilir tarımın önünü açıyor. Ayrıca seracılıkta yenilenebilir enerji kullanımı özellikle jeotermal enerji hem yatırım maliyetlerinin azaltılması hem de verimliliğin artırılması açısından büyük önem taşıyor. Örneğin, klasik seralarda domates üretiminde dönüm başına ortalama 20 ton ürün alınırken, jeotermal ve topraksız tarım yapılan modern seralarda bu rakam 45–50 tona kadar çıkabiliyor. Bu da verimlilik açısından ciddi bir fark yaratıyor. Bu yüksek verimlilik sayesinde, bu alana kullandırılan yatırım kredilerinin gelir-gider farkı oldukça avantajlı çıkıyor ve geri dönüş süresi diğer yatırım alanlarına kıyasla daha kısa oluyor.
Ali ŞAYAKÇI: Bakanlığın Jeotermal Seracılığa Yönelik Teşvik ve Politikaları Var mı?
Ezgi ÇOBAN: Öncelikle, nazik davetiniz için teşekkür ediyor, sunumda yer alan bir ifadeyi düzeltmek istiyorum: Tarım ve Orman Bakanlığı Bitkisel Üretim Genel Müdürlüğü, Tarla ve Bahçe Bitkileri Daire Başkanlığı’na bağlı Sebze ve Seracılık Birim Koordinatörü olarak görev yapıyorum. Jeotermal Yatırımcıları Derneği’ne de bu güzel organizasyon için ayrıca teşekkür ediyor, Genel Müdürümüz Sayın Uğur Nerdi’nin de selamlarını iletiyorum. Bakanlığım ve genel müdürlüğüm adına hepinizi saygıyla selamlıyorum. Müsaadenizle Türkiye’nin seracılık alanındaki konumuna dair bazı bilgiler paylaşmak istiyorum. Bugün seracılık sektörü hem gıda arz güvenliği hem de ihracata sağladığı katkılar açısından stratejik öneme sahip bir sektördür. Market raflarında 365 gün boyunca taze meyve-sebze bulabiliyor olmamızda seracılığın payı büyüktür. Türkiye, sahip olduğu bilgi birikimi, tecrübe ve üretim kapasitesiyle dünyada 4’üncü, Avrupa’da ise İspanya’dan sonra 2’nci sırada yer almaktadır. Bu güçlü konumumuzu daha da ileriye taşımak için Bakanlık olarak çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Son 20 yılda örtü altı yetiştiricilik alanlarımız %44 artışla 776.000 dekara ulaşmıştır. Bu alanın 509.000 dekarını klasik cam ve plastik seralar oluşturmaktadır. Modern, yani teknolojik sera alanlarımız ise yaklaşık 15.000 dekardır. Mevcut seraların %81’i yüksek sistemler (cam ve plastik yüksek tüneller), %19’u ise daha çok erkencilik sağlayan ve turfanda üretim amaçlı kullanılan alçak tünellerdir. Bugün itibarıyla Türkiye’nin 81 ilinden 80’inde örtü altı üretim yapılmaktadır. Muş ilimizde ise bir sera kurulumu başlatıldığı bilgisini aldık. Yani artık neredeyse tüm Türkiye’de, küçük veya büyük ölçekte örtü altı tarım yapılabilmektedir. Ancak bu üretimin yaklaşık %90’ı sahil kesiminde; Antalya, Mersin, Adana, Muğla ve İzmir illerinde yoğunlaşmıştır. Bu alanlarda yıllık toplam 9 milyon ton taze sebze ve meyve üretimi gerçekleştirilmektedir. Bu üretimin 8 milyon tonu sebze, 1 milyon tonu ise meyvedir. Sebzelerde en büyük payı %50 ile domates alırken, onu biber, salatalık ve karpuz izlemektedir. Meyvelerde ise muz 722.000 tonla ilk sıradadır. Ardından çilek, üzüm, erik, kayısı ve son dönemde giderek yaygınlaşan avokado gelmektedir.
Modern seralarda üretilen ürünlerin yaklaşık %90’ı ise ihracata yöneliktir.
Geleneksel, yani küçük aile işletmelerine ait seralarda yetiştirilen ürünlerin %85’i iç piyasada tüketilmektedir. Ülkemizde modern seracılığa geçişle birlikte topraksız tarım tekniğiyle üretim de yaygınlaşmaya başlamıştır. Son verilere göre 52 ilimizde topraksız tarımla üretim yapılmakta olup, bu üretim genellikle ihracata yöneliktir. Bu iller arasında ilk sırada Antalya yer almakta; onu Afyon, Mersin, İzmir ve Manisa takip etmektedir.
Topraksız tarım ilk başladığında daha çok sahil kesiminde yaygındı. Ancak jeotermal enerjinin seracılıkta kullanılmaya başlamasıyla iç bölgelere doğru yayılım göstermiştir. Oturumumuzun konusu olan jeotermal seracılığa olan ilgi, sizlerin de bildiği üzere son yıllarda giderek artmaktadır. Şu anda jeotermal seracılık ülkemizde 27 ilde yapılmaktadır. Bu iller ağırlıklı olarak Ege, İç Anadolu ve Doğu Anadolu bölgelerinde yer almakta olup, il bazında baktığımızda ilk sırada Afyonkarahisar yer almaktadır. Jeotermal sera alanı bakımından Afyonkarahisar birinci sıradadır. Onu Manisa, İzmir ve Denizli izlemektedir. Bakanlık olarak yenilenebilir enerji kaynaklarının tarımda kullanılmasını önemsiyoruz. Bu kapsamda Tarıma Dayalı İhtisas Organize Sanayi Bölgeleri (TDİOSB) çalışmalarına ağırlık verildi. Özellikle yerinde üretim yerinde tüketim anlayışıyla kent tarımına sağladığı katkı sebebiyle bu projeler hız kazanmıştır. Şu an itibariyle 12 adet jeotermal kaynaklı seracılık TDİOSB çalışması devam etmektedir; bunlardan biri de Nevşehir Kozaklı’dadır.
Ülkemizin jeotermal enerji potansiyeli, seracılıkta kullanımının yaygınlaştırılması sayesinde; sürdürülebilir, yenilenebilir ve güvenilir üretimin artırılması, ürün kalitesinin ve ihracat potansiyelinin yükseltilmesi açısından oldukça önemlidir. Bu nedenle bu çalışmaları bakanlık olarak biz de önemsiyoruz. Genel olarak ülkemizdeki jeotermal sera işletmeleri hakkında da bazı bilgiler vermek istiyorum. Ortalama işletme büyüklüğü yaklaşık 36 dekardır. Bu işletmeler, küçük alanlardan başlayarak büyüdükçe şirketleşmiş yapılar hâlinde üretimlerini sürdürmektedir. Bu seralarda en çok domates yetiştiriciliği yapılmakta olup, üretim 12 ay boyunca devam etmektedir. Üretim yoğunluğu ise daha çok Kasım–Temmuz döneminde görülmektedir. Yaptığımız analizlerde, Ege Bölgesi’nde 25 dekarda ortalama 25 ton üretim yapılırken, İç Anadolu ve Doğu Anadolu bölgelerine doğru gidildikçe bu miktarın 50–55 tona kadar ulaştığını gözlemlemekteyiz. Yaz sıcaklıklarının iç bölgelere doğru kayması, üreticiler açısından avantaj sağlamaktadır. Bu çalışmalarla paralel olarak Genel Müdürlüğümüz bünyesinde birkaç önemli projeye de imza attık. Bunlardan biri TÜBİTAK iş birliğiyle yürüttüğümüz “Örtü Altı Yetiştiricilik Üretim Modelleri ve Pazar Kanalları” çalışmasıdır. Bu çalışmada; dünyadaki ve ülkemizdeki sera yatırımlarının durumu, küçük ölçekli ve jeotermal seralarla ilgili envanter raporları, örtü altı yatırım yol haritası, mevcut ve hedef pazarlara yönelik analizler yapılmış; domates, biber ve salatalık gibi ürünler için yatırım ve fizibilite raporları hazırlanmıştır. Bu raporlar, Bitkisel Üretim Genel Müdürlüğü’nün web sitesinde “Yatırımcı Rehberleri” başlığı altında yer almakta ve yatırımcılara fikir verme açısından değerli bir kaynak sunmaktadır.
Bir diğer çalışma ise, son yıllarda birim alandan daha fazla ürün elde etmek amacıyla kapalı, kontrollü ve yapay ışıklı ortamlarda yapılan üretimle ilgilidir. Bitki fabrikaları olarak adlandırılan bu sistemler, toplantımızda da gündeme gelmiştir. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de bu tarz üretim ortamlarında yetiştiricilik yapılmaya başlanmıştır. Bu konuyla ilgili olarak Genel Müdürlük olarak bir mevzuat çalışması yürüttük. Sadece seraların kaydedildiği “Örtü Altı Kayıt Sistemi’ni değiştirerek, mevzuatını da güncelledik. Böylece tamamen kontrollü veya yapay yollarla ışıklandırılmış bitki fabrikaları ile mantarhanelerin de dahil olduğu üretim alanlarını, “kontrollü üretim alanları” başlığı altında birleştirdik ve yeni bir kayıt sistemi oluşturduk. Bu sistemle birlikte artık üretim alanlarını coğrafi koordinatlarıyla birlikte, mülkiyet durumuna bakılmaksızın kayıt altına alabiliyoruz. Yani artık bir binanın içinde yapılan üretimi de AVM otoparkında yapılan üretimi de sistemimize dahil ediyoruz. Bakanlık olarak tüm destekleme politikalarımızı da bu kayıtlılık üzerinden sürdürüyoruz. Ziraat Bankası destekleriyle ilgili bölüm başkanımız tarafından aktarılmıştı. Bunun dışında, Bakanlığımızın sera yatırımlarına yönelik IPARD ve Tarımsal Kırsal Kalkınma destekleri kapsamında sağladığı çeşitli hibe programları bulunmakta. Ayrıca, üretim aşamasında sağladığımız diğer e-desteklerle üreticilerimize katkı sunuyoruz. Bu desteklerden yararlanabilmek için Bakanlığın kayıt sistemine dahil olunması gerekiyor.
Ali ŞAYAKÇI: Kıyı bölgelerindeki seralara kıyasla İç Anadolu ve Doğu Anadolu’daki seralarda verimliliğin daha yüksek olduğundan söz ettiniz. Bunun sebebi nedir?
Ezgi ÇOBAN: Evet, bu farkın temel nedeni, iç bölgelerde yaz aylarında seraların soğutma maliyetlerinin daha düşük olmasıdır. Bu sayede üretim kesintisiz sürdürülebilmektedir. Ege Bölgesi gibi kıyı alanlarda ise yaz sıcaklıklarının etkisiyle verim kaybı yaşanmakta ve bitkiler hasar görebilmektedir. Bu da üretim süresinin kısalmasına neden olmaktadır. Oysa iç bölgelerde üretim sezonu daha uzun tutulabilmektedir. İç bölgelerden biri olan Afyon bölgesi, gece ve gündüz sıcaklık farkının yüksek olması nedeniyle üretim açısından oldukça avantajlıdır. Ancak Kuzey Ege gibi kıyı bölgelerinde yaz sıcaklıklarının aşırı olması nedeniyle polen oluşumu zorlaşmakta, oluşsa dahi seralarda doğal dölleyici bulunmadığından arıların çalışması mümkün olamamaktadır. Dış ortamda rüzgâr ve böcekler aracılığıyla gerçekleşen döllenme, serada ancak arılarla sağlanabilmektedir. Bu nedenle yaz aylarında verimlilik düşmekte ve üreticiler, Temmuz sonrasında seraları söküp yeni sezon için hazırlığa başlamaktadır. Bu durum, kıyı bölgeleri ile iç bölgeler arasında yaklaşık iki katlık bir verim farkı oluşmasına neden olmaktadır. Özellikle gece-gündüz sıcaklık farkı, verimlilik açısından kritik bir rol oynamaktadır.
Ali ŞAYAKÇI: Teşekkür ederiz. Alarko’nun jeotermal seracılıkla ilgili yaptığı çalışmalardan da kısaca bahsetmek ister misiniz?
Murat YILMAZ: Elbette. Oturuma katılan herkese öncelikle teşekkür ediyorum. Alarko Topluluğu, 2023 yılında stratejik bir karar alarak tarım sektörüne giriş yaptı. Bugüne kadar yalnızca seracılık değil; tohum ıslahı, niş gübre ve kurutma teknolojilerini de kapsayan gıda sanayi alanlarında toplamda yaklaşık 300 milyon dolarlık yatırım gerçekleştirdik. Bu yatırımlar kapsamında yaklaşık 70.000 hektarlık bir alanda ruhsat aldık ve şu an 242 adet jeotermal arama ruhsatımız bulunmakta. Son iki yılda ise yaklaşık 40 sıcak su kuyusu açtık. Şu an itibariyle, üretim halinde 1250 dekarla Türkiye’deki en büyük modern sera grubuyuz. İnşallah yatırımlarımızı da bu şekilde sürdüreceğiz. Yakın zamanda Eskişehir’de 800 dekarlık yeni bir yatırımımız başlayacak. Şu an tesviyelerimiz sürüyor. İnşallah 2026 senesinde 2000 dekarın üzerine çıkmış olacağız. Biz bunları yaparken tabii her türlü teknolojiyi takip ediyoruz. Alarko Akademisi de yakın zamanda inşallah devreye girecek. Çünkü bir yetişmiş insan sıkıntımız var. Kalifiye eleman sıkıntımız var. Mühendislerimiz, hâlâ donanımlı mühendislerimiz yeterli sayıya ulaşmış değil.
Ali ŞAYAKÇI: Peki, Alarko aslında bir inşaat ve sanayi grubu. Tarihsel olarak bildiğim kadarıyla yatırımlarını da bayağı düşünerek, konservatif biçimde yapar. Tarımı, seracılık tarımını seçmekte stratejik olarak neler vesile oldu bu kararı almakta?
Murat YILMAZ: İklim değişiklikleri, sürekli artan pestisit kullanımları… Açıkçası Alarko Topluluğu olarak biz, jeotermal seracılığı, modern seracılığı önümüzdeki yıllarda gıda arzında temel bir faktör olarak görüyoruz. Bunu özellikle jeotermal kullanarak yapmamızın sebebi de en başta fizibl olması. Çünkü jeotermal ısıtmayla, kömür ve doğalgazlı ısıtmayı kıyasladığınızda maliyetlerde yaklaşık %40’lara varan bir enerji tasarrufu söz konusu. Aynı zamanda modern seracılıkta da topraklı seracılıkla kıyaslandığında Arzu Hanım’ın da dediği gibi çok ciddi bir verim farkı var; üç dört kat daha fazla. Modern seracılıkta, biz önümüzdeki 10-20 yıllık süreç içerisinde topraksız tarımın çok daha ileride, çok daha önemli bir yerde olacağına inanıyoruz. Bu yüzden bu kararı aldık ve bu alana girdik.
Ali ŞAYAKÇI: Çok teşekkür ederiz. Hasan Bey’e geçelim. Evet, Yayla Agro’dan siz neler paylaşmak istiyorsunuz?
Hasan GÜMÜŞ: Evet, teşekkür ederim. Öncelikle, bu yer altı kaynaklarımızın ülke ekonomisine kazandırılması noktasında bu zirvede emeği geçen başta Cemiyet Başkanımız Ömer Bey ve ekibine, katılımcılar anlamında da farklı perspektiflerle sektörün geleceğine ışık tutan konuşmacılara teşekkür ederek sözlerime başlamak istiyorum. Kısaca, şu ana kadarki konuşmalar içerisinde üç cümle benim dikkatimi çekti. Birincisi, Ömer Başkan’ın bahsettiği karınca hikayesi. Gerçekten çok önemli. Ben onun duygularını aldım. Bilmiyorum, bu bir söylem mi, bir anekdot mu ama… “Ben bu yola baş koydum, bu yolda ölürüm” noktasında, ben de onun bir paydaşı olarak her zaman yanında olduğumu bilmesini isterim.
İkinci olarak beni etkileyen, “hazine” hikayesi. Gerçekten, hazinenin üzerinde oturan fukaralar gibiyiz. Üçüncüsü ise, ilk sunumu yapan hocamız, Mehmet Hocamıza sorulan en son soruydu. Beyefendi çok güzel bir soru sordu aslında: “Tamam hocam, herkes her şeyi söylüyor da biz yarın ne yapacağız? Yarın ne yapacağız?” diye. Ben gerçekten çok etkilendim. Bu tür zirveler aslında gerçekten faydalı. Ne anlamda faydalı? Öncelikle bizim baktığımız yönel itibariyle, insanların etkileşim sağlayabilmesi ve ekosistem içerisindeki paydaşların bir araya gelmesi çok güzel. Özlem giderilmesi güzel. İletişim kurulması güzel. Ama bunun bir çıktısı olması lazım. Yani burada hedeflerin konulması lazım. Bu kadar ekosistem paydaşını buraya toplamışken, sorunumuz ne? Hazinenin üzerinde oturuyoruz. Haydi ne yapalım? Ölçülebilir bir şekilde, bugünden bunların deklarasyonunun yapılması ve gelecek zirvelerde bunların ölçülmesi; ne yapıldığı noktasında kendimize KPI anlamında bir şeyler koyup ölçümleyebiliyor olmamız lazım. Yani, daha verimli toplantılar olması noktasında lütfen yanlış anlamayın bence böyle toplantıların daha sürdürülebilir, daha geleceğe ışık tutan yapıda olmasını temenni ediyorum. Bize, jeotermalin tarıma dokunan tarafıyla ilgili biraz bahsetmek gerekirse; bizler de tarıma dayalı sanayi alanında faaliyet gösteren bir şirketiz. Türkiye ekonomisi açısından bakarsak, tarım anlamında Avrupa’da tarım hasılası bakımından birinci, dünyada ise ilk 10 ekonomi arasında olan bir ülkeyiz. Tarımsal ekonomi anlamında da jeotermale yakın bir kümülatif potansiyele sahibiz. Cumhuriyet tarihi boyunca süregelen istikrarlı bir yapı var. Tarım sektörü, Türkiye ekonomisi içerisinde net ihracatçı konumunda. Tabii ki, bu yapının içinde barındırdığı riskler de var. Bu risklerden en önemlisi, dünyanın karşı karşıya olduğu en büyük tehdit olan küresel ısınma ve onun sonucu olarak oluşan iklim değişikliği krizi.
Son dönemlerde yaşadığımız ürün kayıpları, don olaylarıyla beraber gelen verim ve kalite kayıpları… Bir taraftan böyle bir arz kısıtı var önümüzde. Tabii, tüm dünya otoritelerinin de mutabık kaldığı üzere, bu küresel ısınmanın önüne geçmek kolay değil. Son dönemdeki konjonktürel söylemlere, dünya liderlerinin ifadelerine baktığımızda da çok fazla ileri yol alabileceğimizi düşünmüyorum. O anlamda, özellikle Amerika’nın bu konudaki yaklaşımı küresel ısınmaya karşı, Paris İklim Anlaşması gibi iklim değişikliklerine karşı çok fazla aksiyon almamış olmaları, sonuç olarak önümüzdeki dönemde bu tür risklerle bizim, kendi ülkemiz anlamında baktığımızda, karşılaşacağımızı açıkça ortaya koyuyor. Diğer en önemli sorunlardan biri de, bizim ülke olarak sahip olduğumuz gerçek: Biz su fakiri bir ülkeyiz ve kaynaklarımızı çok daha değerli kullanmak durumundayız. Bir taraftan dünya nüfusu artıyor; diğer taraftan dünya refahı arttıkça kişi başına tüketim miktarı, özellikle gıdasal anlamda, artıyor. Arz bu kadar artarken, küresel iklim krizinin getirmiş olduğu sorunlar; bir taraftan uygulanan politikalar ve talep noktasındaki hızlı artış, nüfusun artışı talebi artırıyor, refahın artışı talebi artırıyor… Ama arz anlamında, küresel iklim krizinden kaynaklı olarak gün geçtikçe üretim alanlarımız ya da üretim miktarlarımız azalıyor. Böyle bir tabloya baktığımızda, elbette bir çözüm gerekiyor. Kısıtlı su kaynaklarımız var. O halde farklı üretim tekniklerine ihtiyaç var. Tarımsal üretimin yapılacağı, alternatif üretim tekniklerinin geliştirilmesi gerekiyor. İşte bu noktada jeotermale, jeotermal seraya dayalı tarımsal üretimin geliştirilmesi gerekiyor. Bu, artık bir zaruret. Yani jeotermal sera alanlarının artırılması aslında stratejik bir ihtiyaç. Bunu yapabilmemiz mümkün. Biraz daha matematiksel olarak ifade etmek gerekirse: Türkiye ölçeğinde baktığımızda, yaklaşık olarak 70 milyon dekar sulu tarım arazisi var. Bunun yaklaşık %1’i, örtü altı yani seracılık olarak tanımladığımız üretim biçimi. Bu örtü altı seraların toplamı da yaklaşık 700.000 dekar seviyesinde son Tarım Bakanlığı verilerine göre. Bu 700.000 dekarın da sadece 10.000 dönümünde, yani 10.000 dekarlık alanda, jeotermal sera anlamında tarımsal üretim yapılıyor. Yani toplam sulu tarım arazisinin %1’i örtü altı; onun da %1’i jeotermal kaynaklı sera alanlarında üretim yapılan kısım. Bugüne kadar ulaşılan miktar, yaklaşık 10.000 dönüm civarında. Bunlar, Tarım Bakanlığı’ndan aldığım verilerdir. Önümüzdeki üç yıl içerisinde ise 30.000 dönüme ulaşılması hedefleniyor. Yani bu kadar kaynağın, bu kadar hazinenin üzerinde oturuyoruz ama toplam kaynak kullanımına baktığınızda, bu oran %1’in bile altında kalıyor.
Jeotermal seracılığın kaynak kullanımında ayrıca başka bir avantajı da var: Jeotermal enerji, 100°C’nin üzerinde bir ısıya ihtiyaç duymuyor. 60°C seviyesindeki bir ısıyla da üretim yapılabiliyor ve Türkiye gerçeklerinde bu çok daha hızlı ve kolay ulaşılabilir bir kaynak. Bu anlamda baktığımızda ben şöyle bir matematik yapıyorum: Türkiye’de 100.000 dekarlık bir araziye ulaşmak, jeotermal seracılık anlamında önümüzdeki beş yıl içinde mümkün. Bana imkân verseler, bunu çok hızlı bir şekilde gerçekleştirebilirim. Gerçekten de yapılabilir. Bu ne demek? Aslında bu, Türkiye ihracatına %10 katma değer sağlamak demek. Şöyle ifade edeyim: Türkiye’de jeotermal kaynaklı seralarda yapılan üretimin yaklaşık %90’ı domates üretimine dayanıyor ve bunun da %80-85’i ihraç ediliyor.
Bunları üst üste koyduğumuzda; dekar başına 50 tonluk bir üretimle, 100.000 dekar jeotermale dayalı tarımsal üretim alanı ki sadece domates ürettiğimizi varsayarsak yaklaşık 5 milyon ton domates üretimi anlamına geliyor. Son 5 yıllık ihracat rakamlarının ağırlıklı ortalamasını aldığımızda, kilogram başına 1.1 Euro’dan yaklaşık 6 milyar dolarlık bir ihracat hacmi oluşuyor. Bu 6 milyar dolarlık üretimin %80’ini ihraç ettiğimizi düşünürsek, bu yaklaşık 5 milyar dolarlık net ihracat geliri anlamına geliyor. Bu da ülke ekonomisine, net ihracat anlamında çok ciddi bir katkı demek. Türkiye ihracatı yaklaşık 260 milyar dolar. Bunun yaklaşık 100 milyar dolarını ülke içerisindeki kaynaklarla sağlıyoruz. Yaklaşık 160 milyar dolarını ise yurt dışından ithalat etmek suretiyle ham maddeleri dahil işleme rejimi kapsamında ihracat yapıyoruz.
Yani aslında, 260 milyar dolarlık ihracatımızın net olarak 100 milyar doları öz kaynaklarımızla, kendi kaynaklarımızla, kendi üretimlerimizle yapılıyor. Normalde, benim gözümle baktığınızda, 100 milyar dolarlık bir ihracatımız var. Bunu şuraya getirmeye çalışıyorum: Serada, %100 öz kaynak kullanımıyla 5 milyar dolarlık ihracat var. Türkiye’nin toplam ihracatı net olarak 100 milyar dolar. Matematiksel olarak baktığımızda, yurt dışından getirdiğimiz hammaddeleri çıkarıp ülke ekonomisine net olarak kalan değeri ölçtüğünüzde… Bir diğer taraftan, buranın karlılığına bakıyorsunuz. Türkiye’deki ihracatın net karlılığı %5-6 seviyelerinde. İhracatçı firmaların ortalama net karlılığı da %5 civarında. Şimdi buraya bakıyorsunuz; 100 milyar dolarda %5’lik karlılık var. 260 milyar doların %5’inin karlılığını alsanız, buraya bakıyorsunuz 5 milyar dolarlık bir ihracat var ve bu ihracatta da %35’lik bir karlılık söz konusu. Yani bu anlamda baktığınızda, %8-10’lar civarında… 100.000 dönümlük bir seranın üretilen ürünü ki sadece domates üretmek şart değil daha farklı tıbbi aromatik bitkilerle ürün çeşitlendirmesi yapmak suretiyle daha yüksek katma değer sağlanabilir. Böylelikle daha yüksek net gelir elde etmek mümkün olur.
Sonuç itibariyle, biraz daha matematiksel olarak dediğim gibi; 100.000 dönümlük bir jeotermal sera alanında üretim yapabilmek, ülke ekonomisine gerçekten ciddi katkılar sağlayacaktır diye düşünüyorum. Teşekkür ederim.
Ali ŞAYAKÇI: Bir soru sormak istiyorum: Yaklaşık %35’lik bir kâr marjından bahsettiniz. Şimdi hızlıca geçmek istiyorum; bu bütün ürünlerde yaklaşık aynı mı? Bir de rekabette bu kar marjları nasıl etkileniyor? Yani yurt içindeki firmaların birbirleriyle rekabeti veya ihraç edilen ülkelerde diğer ülkelerle rekabet durumu nasıl?
Hasan GÜMÜŞ: Şöyle ifade edelim: Bu, jeotermal seralarda kontrollü tarım yapıldığı için, pestisitten arındırılmış, iyi tarım uygulamalarıyla bir pazar var. 100.000 dönümlük bir araziden çıkacak hasılatı satabilme potansiyeli bulunuyor. Bu %35’lik rakamlar, domates üretimi için elde edilebilen rakamlardır. Kendi iç pazarımızda kaliteyi artırabilmek, pazar çeşitliliği oluşturmak mümkün. Sadece domates olarak da 100.000 dönümden bahsetmiyorum; farklı tıbbi aromatik ürünler, farklı meyve sebzeler ve daha nitelikli, daha yüksek katma değerli ürünler üretmek mümkün.
Ali ŞAYAKÇI: Peki Arzu Hanım, sizin düşünceniz nedir? Şu anki sera kapasitesi iki katına çıksa…
Arzu ŞENTÜRK: Çok bölmek istemedim, o yüzden müdahale etmek istemedim ama 2005’ten beri işletmenin içinde bir çalışan olarak şunu sormak istiyorum: Şu anda Murat Bey de hissediyordur; geçen haftadan itibaren çok ciddi bir fiyat düşüşü var. Güncel rakamları konuşacağım. Eskiden maliyeti 0,90 euro cent iken, şu anda domates fiyatı 60 euro cent. Bu, geçen sene Nisan başında da olmuştu. Bu sene neden bir ay gecikti? Çünkü maalesef Afyon’da sıcak su yetersizliği sebebiyle ısıtma yapılamadı. Oradaki üreticilerimizin çiçekleri zarar gördü. Ürünler az hasat edildiği için fiyat daha geç düştü. Şimdi biz üretimi kesinlikle artıralım ama bence planlı gitmeliyiz. İlk önce yeni pazarlar olmalı; ikincisi de kalite ve kalitenin değeri. Şimdi ben aynı zamanda süt sığırcılığı yapıyorum. Günde 70 ton süt üretiyorum. AB onaylı ve iyi bir işletmeyim. Bunun karşılığını alıyorum çünkü sütümü kaliteli üretiyorum; sattığım sanayici bana karşılığını veriyor. Ama ben domatesimi pestisitsiz ürettiğimde biyolojik mücadele yapmak zorundayım; doğal ilaçlar kullanmam gerekiyor. Biyolojik mücadele yapmak hem maliyetimi artırıyor hem de biyolojik mücadele yaptığınız için keskin ilaçlar atmadığınızdan ürün kaybınız oluyor. Bir de buradan ek maliyet çıkıyor. Ben bunun karşılığını alamazsam, pestisitle üretilen ürünle aynı kefede rekabet edemezsem, nasıl kaliteli ürün üreteceğim? Pazarım yoksa ürünlerim arttıkça… Önceden Rusya pazarımız vardı; 10 yıl boyunca Rusya’ya ürün göndererek çok huzurlu ve mutluyduk. Rusya pazarı bitti. Avrupa ise şu an bizi maalesef avucunda oynatıyor.2-3 yıl önce enerji krizi vardı, hiç pestisiti önemsemedi, tüm ürünlerimizi aldı. Şimdi enerji krizini çözdüler ve Nisan’da Hollanda ürün çıktığı anda diyor ki “Kusura bakma, kalıntın var; fiyatım bu.” Zaten dövizin baskısıyla rekabet edemiyoruz. Üretici bu durumdan, üretim arttıkça nasıl çıkacak?
Bence bunu da konuşmamız gerekiyor. Evet, üretimi kesinlikle artıralım ama lütfen planlı. Çünkü gerçekten üreticinin durumu şu an çok zor. Ziraat Bankası sayesinde hem süt sığırcılığında hem bitkisel üretimde çok destek alıyoruz ama nereye kadar? Gerçekten hazır hızır, süreyi nereye kadar döndürebilirsiniz diye yapamıyoruz, inanın. Her geçen gün çok zor bir iş yapıyoruz. Bir de ben çiftlikte yaşıyorum, 7/24 çiftlikteyim çünkü böyle olmak zorunda. Hayatımızı buna bağlamak zorundayız. Çok değişkenli bir sektördeyiz; böceği var, hastalığı var, donu var, hava kapalı. Zor bir iş yaparken bir de böyle sorunlarla uğraşınca, biz kanalize olamıyoruz, konsantre olamıyoruz. Aslında genetiğimizi iyileştirmemiz, verimliliğimizi artırmamız gerekirken, ayakta durmak, rekabet etmek çok zor. Bu durum bizi zorladığı için, ülke olarak da katma değerimizi artıramıyoruz. Ben naçizane bir ricada bulunacağım: Tarım Bakanlığımız üretimde bizi çok güzel destekliyor. Çok teşekkür ederiz. Ancak bence Ticaret Bakanlığı’nın da olaya müdahil olması gerekiyor. Şu anda domatesimi 22 liradan satıyorum; bu, güncel fiyatım. Bugün sanal marketlere baktım, hepimiz bakabiliriz. Şimdi herkes “Lojistik nasıl böyle?” diye soruyor. İstanbul, Ankara, Antalya’ya gönderdiğimde maksimum kiloda 2 lira maliyet var. Bu 22 liralık domatesin 55 liraya nasıl çıktığını anlamak güç. Gerçekten burada Ticaret Bakanlığımızın, Tarım Bakanlığımıza destek olması gerekiyor. Üretimden sorumlu Tarım Bakanlığı’nda çok güzel bir yapılaşma var, çok destek oluyorlar. Öncekilere kıyasla çiftçimiz çok daha eğitimli ve çok daha iyi olacak; buna inanıyorum. Ancak bu fiyat farklılığını üreticinin lehine çevirmemiz gerekiyor. Kısa bir örnekle hemen sözümü noktalayacağım, özür dilerim. Geçen sene süt çiftliğim için Karacabey’den İzmir Bergama’ya yem getirdim ve bu durum beni zorladı. Çünkü nakliye için 10 kuruş para verdim. Kış boyunca tüm üreticileri topladım ve dedim ki: “Pamuk ya da mısır üretmenize karışamam; haddim değil. Ancak size bir teklifim var: Gelin benim otumu, mısırımı yapın, sözleşme imzalayalım. Ben size, havaya atacağım, ülkemin değerlerine zarar verdiğim o 10 kuruşu vereyim. Üretim desteklensin. Siz de benim bölgemde üretim yapın. Ben paramı boşa harcamayayım.”
Bu sene tarlada mısır fiyatları 1,2-1,3 lira iken, ben bölgemdeki çiftçime 1,7 lira vererek kendi ürünümü kendi bölgemde aldım. Bu çok kısa bir örnek. Lütfen hem Tarım Bakanlığımız hem Ticaret Bakanlığımız bizi üretici ve çiftçi gözüyle görüp destek olsun. Buna çok ihtiyacımız var, özellikle küçük çiftçilerin buna çok ihtiyacı var. Kooperatifleşemiyoruz, olmuyor; bu Avrupa’daki en büyük sıkıntılarımızdan biri. Onlarla kıyaslandığımızda bunu beceremiyoruz. Başka neler yapabiliriz, buna odaklanıp lütfen desteklerinizi bekliyoruz. Çok teşekkür ederim.
Ali ŞAYAKÇI: Teşekkür ederiz. Volkan Bey, sıra sizde, buyurunuz.
Volkan ÖZTÜRK: Herkese iyi öğleden sonralar. Kan şekerinin yükseldiği bu dakikalarda konuşmak elbette zor. Öncelikle bir soru sormak istiyorum. İsmim Volkan olduğu için jeotermali hem isim olarak hem iş olarak özümsemiş biriyim. Burada acaba jeotermal yatırımı olan misafirlerimiz kaç kişidir? Bir el kaldırsın lütfen. Sera yatırımı olan kaç kişi var? Hem jeotermal hem sera yatırımı olan dört kişi var. Bunu neden soruyorum? Çünkü yarışmaya Hollanda’dan katılıyorum. İki yıl önce Hollanda’ya taşındım. Orada yaklaşık 500 MW hidroelektrik, rüzgâr, güneş ve jeotermal projeleri yaptık. Öncelikle Ömer Bey’e, JEMYAD’a bu davetleri için çok teşekkür ederim. Benim için çok faydalı oldu. En azından aldığım bilgileri aktarma ve burada etkileşim fırsatı yakalama imkânı buldum. Birçok enerji projesi yaptım. Hollanda’da şu anda yaklaşık 130 hektar seramız, 335 MW güneş lisansımız ve yaklaşık 1000 MW batarya lisansı olan bir Türk şirketi olarak orada yatırımcı olmaktan gurur duyuyorum. Dolayısıyla bu bilgileri, bizim yatırım modelimiz biraz bumerang yatırımcı diyeyim, orada öğrendiklerimi buraya getirmek bizim boynumuzun borcu.
Hollanda’da öğrendiklerimden bazıları şunlar: Güneş yok, arazi yok, insan kaynağı yok, jeotermal yok. Ama bunun karşılığında enerji yönetimi, dikey tarım, teknoloji, finansmana ulaşım, kooperatifleşme ve standardizasyon var. Hollanda’ya baktığınızda, Konya büyüklüğünde bir ülke, ancak ülkenin %55’i tarım üretimi yapıyor. 10.500 hektar kapalı, örtü altı denilen cam seraları var. Türkiye’de ise yaklaşık 1300 dönüm modern sera var. Bu 10.500 hektarlık sera alanı yönetiminde birtakım avantajlar sağlıyor. Ne yapmışlar? Endüstri 4.0’ın karşılığı olarak Tarım 4.0’ı aşmış, Tarım 5.0’a gelmiş durumdalar. Mesela, Arzu Hanım’ın bahsettiği arılarla dölleme yapılıyor; böcekle mücadelede drone kullanılıyor. Ben isterim ki biz de bunları konuşabilelim ancak herhalde Yunus Emre’den beri, 14. yüzyıldan beri ülkemizin kaderi aynı. O zaman demiş ki, “Ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.” balıklar için söylüyor; balıklar bulundukları denizi bilmezler demiş. Biz de bulunduğumuz coğrafyanın kıymetini bilmiyoruz. İsterseniz hazine üstünde oturun deyin, isterseniz altında, ancak kıymetini bilmediğimiz bir coğrafyayla yaşıyoruz şu anda; belki de bunun için mücadele ediyoruz. Öte yandan, bataklık ülkesi Hollanda, Roma İmparatorluğu bile işgal etmemiş; “Bataklıkta ne işin var?” diye gitmemişler. Öyle bir ülkeyi dönüştürerek tarım ülkesi haline getirmişler. Yıllık 130 milyar Euro’luk tarım ihracatı yapıyorlar. Amerika’dan sonra dünyadaki en büyük tarım ihracatçısı. Konya büyüklüğünde bir ülke. Bizim toplam tarım üretimimiz yaklaşık 30 milyar Euro civarında. Verilere baktım. Hollanda Tarım Bakanlığı’nın bütçesi 8 milyar Euro, Türkiye’nin Tarım Bakanlığı’nın bütçesi de yaklaşık 8 milyar Euro. Dolayısıyla ölçek olarak baktığımızda bir tutarsızlık olduğunu, insan sezmeden geçemiyor. İnsan gücü gerçekten çok az; yok denecek kadar az. Ancak diğer taraftan üzülerek belirtmeliyim ki, verimlilik ve çalışan verimliliği açısından Hollanda, Türkiye’nin dört katı değer üretmekte. Kişi başı saatlik üretilen değer bakımından, Türkiye’de kişi başına 25 Euro civarında üretim varken, Hollanda’da bu rakam 80 Euro’ya kadar çıkıyor. Yani çalışma verimi açısından kişi başı üretilen değerden bahsediyorum. Dolayısıyla bazı alanlarda biz geride kalıyoruz; ancak referans kontrolü yapmak da önemli. Ayrıca bizim göçebe bir toplum olmamızın da yan etkileri olabilir. Çünkü Hollandalılar ilk seralarını 1559 yılında kurmuşlar; biz o zaman henüz nereye yerleşeceğimizi bile düşünüyorduk. İlk endüstriyel seralarını ise 1850 yılında yapmışlar. Dolayısıyla bizden bir kademe ilerideler. Ancak özellikle endüstriyel seracılık uygulaması son 30 yılda gelişmiş ve çok uzakta değil. Bunun yanında finansa ulaşım çok kolay. Herhangi bir finansman sağlamak rahat; oradaki konular biraz daha farklı. Ne konuşuyoruz? Size söyleyeyim. İlk gittiğimde “Greenport” diye bir şey duydum. “Greenport nedir?” dedim. Bizdeki organize sera sanayi bölgelerine benziyor; Rotterdam ile Lahey arasında yaklaşık 2000 hektarlık bir organize sanayi bölgesi. Ne yapmışlar? Rotterdam’dan Lahey’e kadar olan bölgede bir ısı hattı çekmişler, “Heat Network.” Rotterdam limanında bulunan bütün rafineri ve enerji üretim tesislerinin atık ısısını toplayıp, tüm seralara gönderiyorlar. Bu altyapıyı devlet organize etmiş. Bunun yanı sıra karbondioksit ağı var. Bir sera aldığınızda veya işletmeye başladığınızda, karbondioksiti nereden alacağım, enerjimi nereden sağlayacağım, ısıyı nereden temin edeceğim diye düşünmüyorsunuz. Çünkü seranızın altından karbondioksit ağı geçiyor ve temiz karbondioksit size ulaşıyor. Kojenerasyon tesisim var, doğalgazdan atık ısı ürettim, bunu kullanayım, diğer taraftan karbondioksit var, bunu filtreleyip kullanabilir miyim gibi dertleriniz yok. Bu sistemleri tamamen aşmışlar. Hatta kendi ürettiğiniz ısı varsa, seranın üzerine güneş paneli koyabiliyorsunuz. Biz de bu 130 hektarlık seraya güneş paneli koyuyoruz, yanına batarya yerleştiriyoruz. İçini Hollandalı çiftçilere kiraya veriyoruz. Çünkü Hollanda’da “greenhouse as a service” (sera hizmeti olarak) diye bir model var. Siz satın aldığınız serayı işletmeyi bilmeyebilirsiniz ancak bunu işletmek için kaynağı ve iş gücü olan yatırımcılar var. Onlar serayı işletiyor ve size aylık kira ödüyorlar. Dolayısıyla böyle bir altyapı ve üst yapı bir arada olunca, dünya genelinde ikinci en büyük tarım ihracatçısı oluyorlar. Bu nedenle, Tarım 5.0’ı konuşmaya başladığımızda inanıyorum ki Türkiye dünyanın tarım başkenti olacak. Teşekkür ederim.
Ali ŞAYAKÇI: Ömer Bey buyurun. Şimdi birkaç soru sormak lazım değerli dostlar, devam ediyoruz.
Ömer TOSUN: Müsaadenizle öncelikle çok teşekkür ediyorum, katıldığınız için şeref verdiniz hepinize. Arzu Hanım, siz seralarınızda karbondioksit kullanıyor musunuz?
Arzu ŞENTÜRK: Kullanıyoruz, başkanım.
Ömer TOSUN: Nereden alıyorsunuz?
Arzu ŞENTÜRK: İzmir bölgesinden alıyoruz.
Ömer TOSUN: Şu anda metrik tonu ne kadar?
Arzu ŞENTÜRK: Tam net bilmiyorum ama geçen ay muhasebeden gelen bilgiye göre iki kat zamlandı.
Ömer TOSUN: O zaman Kapadokya’dan göndermemiz lazım. Peki, Ziraat Bankası değerli müdürüm, hoş geldiniz, şeref verdiniz. Şimdi 100 milyar 100 milyon liralık bir krediden bahsediyorsunuz ama bugünkü seraların maliyeti yaklaşık 120 Euro civarında mı, yoksa daha mı çıktı?
Kemalettin BAYAT: Plastikte 70 dolar civarında, camda ise 110-120 Euro bandında.
Ömer TOSUN: 110 Euro olunca, aşağı yukarı kaç dönümlük bir sera yapılabilir?
Kemalettin BAYAT: Yaklaşık 20-25 dönüm gibi bir sera alanı yapar.
Ömer TOSUN: 20 dönüm mü yaparım?
Kemalettin BAYAT: 20.000 metrekare gibi bir alan olur. O 20.000 metrekare alan, diğer yan giderlerle birlikte, çünkü yatırımın başka giderleri de olacaktır, 20.000 metrekarede yatırım yapmak oldukça mümkün. Verilerde belki bir yanlışlık olabilir tabii. Maliyetler klasik olarak cam ve plastik sera şeklinde ayrılıyor. Jeotermal seralarda maliyetler biraz daha yüksek. Biz maliyetlerimizi belirlerken, serayı fiilen kullanan müşterilerimizden maliyet verisi topluyoruz. Türkiye genelinde, Muş hariç, hemen hemen tüm bölgelerde faaliyet gösteren pek çok firmadan maliyet bilgisi alıyoruz. Ortalama maliyetleri hesapladığımızda, biri 600 dolara, diğeri 800 dolara, bir başkası 900 dolara diyor. Biz Türkiye’de ağırlıklı ortalamasını alıyoruz. Maliyet hesabı açısından baktığımızda, jeotermal ve topraksız sera maliyetleri şu an kendi ölçeğimizde yaklaşık 100 milyar TL’ye denk geliyor. Geçenlerde Hasan Beylerle beraber yaptığımız çalışma 3840 dekara denk geliyordu, sadece klasik sera maliyetleri biraz daha düşük kaldı. Modern seralarda ise, üst birliklerden, üretici birliklerinden aldığımız verilere göre %10 bile fark olmadığını söyleyebilirim. Tarım Bakanlığı’nın burada geçen gün düzenlediği toplantı da buna işaret ediyor. Tarım Bakanlığı da ülkede bu işin, yani ölçek ekonomisi anlamında çok yaygınlaşmasını; ortalama 3.540 dekarda bu işin olmasını hedefliyor. Biz sadece sübvansiyonlu olarak 100 milyar TL veriyoruz, başkanım. Yani sübvansiyonun üst limiti 100 milyar TL olurken, biz bunu destekliyoruz. Ziraat Bankası olarak ise 300 milyon TL’lik projeyle de gelebilirsiniz; 500 milyon TL’ye kadar da. Bunu öğrenmek istiyorum. Tabii bunu biz finanse ediyoruz, burada bir sıkıntı yok. Sadece belirtmek isterim ki, oradaki sübvansiyon üst limiti 100 milyar TL. Bu, 100 milyarın üzerindeki finansmana kredi erişiminiz olmadığı anlamına gelmiyor. 500 milyon TL’lik bir yatırım için de kredi alabilirsiniz; sıkıntı yok. Biz, topladığımız 1.750 milyar dolarlık sendikasyon kredisini özellikle sürdürülebilir tarım, sürdürülebilir tarımın finansmanı ve yeşil dönüşüm noktasında müşterilerimize kullandıracağız. Son yıllarda artan farkındalık da kredi rakamlarına yansıyor. Şu anda 16 bin kişi, 18 milyar TL civarında bir rakam var. Bu ciddi bir rakam ve bu sadece sübvansiyonlu kısmı. Bunun yanında, Ziraat Bankası’nın yenilenebilir enerji sektöründe de 58 milyar TL kredi bakiyesi bulunuyor; yatırım kredisi olarak.
Ancak konumuz sera olduğu için ona odaklanıyoruz. Şu anda seraların maliyeti yaklaşık 110 Euro civarında. Bu anlamda, 35 dönümün üzerinde, yaklaşık 40 dönüm gibi bir alan yapmanız gerekiyor. Bu da yatırım tutarının neredeyse iki katına çıkması demek. Oradaki sübvansiyon oranı ise %25 civarında kalıyor. Yani çok yüksek bir rakam olmuyor, buna dikkat etmek gerekiyor. Örneğin, 100 milyon TL tutarında bir yatırımı %50 oranında sübvansiyonla destekliyorsanız, 200 milyonluk yatırımda bu oran %25’e düşüyor. Dolayısıyla aslına bakarsanız çok büyük bir destek ortaya çıkmıyor. Jeotermalde ise sübvansiyon oranı zaten %70 seviyesinde. Yenilenebilir enerji kullandığınız için baz indirim oranı %50 ama jeotermal yenilenebilir enerji kaynağı olduğu için bu oran %70’e çıkıyor. Ayrıca kadınlara yönelik ayrı bir destek var; kadınlarda yaş sınırı bulunmuyor. İşletme bireysel şahıs işletmesi olabilir ya da ticari firma olabilir. Eğer ticari firmanın %51’inden fazlası kadın tarafından yönetiliyorsa, %15 ekstra indirim alıyor. Böylece toplam destek %75, %80, hatta %90 seviyelerine çıkabiliyor.
Ömer TOSUN: Bu imkanlar oldukça güzel. %35 civarındaki sübvansiyon oranı fena değil ama Tarım Bakanlığı’nın bu oranları daha üst seviyelere çıkarmasını arzu ediyoruz. Çünkü seracılığın ülkemize katkısı çok büyük. Ayrıca Arzu Hanım’ın söylediklerine katılıyorum. Siz binlerce dönüm sera yapacaksınız, Yayla’da da yapılacak. Hepimiz, herkes inşallah çok büyük alanlar yapacağız. Ancak eğer planlama yapılmazsa, bu sefer tersinden sıkıntılar yaşanabilir. Volkan Bey’le konuşurken seraların Hollanda’da 8,5 metre yüksekliğe çıkarıldığını söylediniz. Şu an seralar 8,5 metre ve metrekare başına yılda 85 kilo domates üretiyorlar. Ancak her şeyi domatese bağlarsak, gelecekte ciddi sıkıntılar yaşarız. Bu nedenle planlamanın doğru yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda katılımınız için teşekkür ediyorum, sağ olun.
Ali ŞAYAKÇI: Başka soru var mı? Evet, buyurun, mikrofon verelim lütfen.
Katılımcı: İsmim Hüseyin Akdemir. İzmir’den katılıyorum. Öncelikle panelistlere teşekkür ederim. İki sorum var: Birincisi, Hasan Bey, yayla tarımı kapsamında hangi ürünlerde çalışıyorsunuz? İkincisi, nereden geldiğimi belirtmek isterim: Dikili’de jeotermal sera yatırımı yapan bir şirketin danışmanı olarak katılıyorum. Hep domatesten bahsediliyor ama bir ziraat mühendisi olarak sormak isterim: Sera üretiminde hıyar, biber, patlıcan, kavun, karpuz yapılırken, neden lokomotif ürün domates olarak öne çıkıyor? Bunu açıklamanızı rica ederim.
İkinci sorum da bir tıbbi bitki uzmanı olarak seralarda tıbbi bitki üretmenin gerekliliğinden bahsettiniz. Ben 200.000 dönümde kekik üretimi yapan biriyim. Acaba hangi ürünü toprak tarımında üretmemeliyim ki kâra geçeyim? Bu konuda bilgi almak istiyorum, teşekkür ederim. Öte yandan Arzu Hanım’ı yakından tanıyorum, şirketinizi de biliyorum. Karşısında 3.000 dönüm jeotermal sera yapılacak ve 100 dekarlık bir alanda bir grubun temsilcisi olarak buradayım. Üretim ve pazarlama aşamasında yaşadığınız sıkıntıları anlatabilir misiniz? İzmir’den bu panel için geldim, çünkü tarımcıyım. Jeotermal seracılık hakkında sizlerin bilgilerini almak istiyorum. Yatırım yapalım mı, yapmayalım mı? Yapsak ne kadar kâr elde ederiz? Size rahatça söylüyorum, ben turizmci değilim. Bundan sonraki para konusu beni çok ilgilendirmiyor. Ama bu tarımı sizden duymak istiyorum. Öneriyor musunuz? Hangi fırsatlar var? Hangi tehditler söz konusu? Avantajlar neler? Neler önerirsiniz? Çok teşekkür ederim, hepinize saygılarımı sunuyorum. Çok sağ olun.
Hasan GÜMÜŞ: Öncelikle ilk sorunuza yanıt vereyim. Ben şu anda seracılığa başlayan bir yatırımcıyım. Henüz realize ettiğimiz bir sera yatırımımız yok.
Katılımcı: Bu soruyu herkese sordum: Türkiye’de neden domatesten başka bir ürün yok? Oysa çok sayıda, örneğin bitkisel ya da meyvesel olarak, daha katma değerli ürünler var; Blueberry’den tutun, gelişmiş ülkelerde talebi olan birçok ürün mevcut. Neden sadece domates üretiyoruz?
Hasan GÜMÜŞ: Benim aldığım intiba, pazarın hazır olması ve fizibilitenin tutması. Ürün geliştirme ise Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri. Yani bir AR-GE merkezimiz yok, inovasyon merkezimiz yok. Doğru planlama ve farkındalık yaratarak ürün farklılaştırma konusunda çalışmalar yetersiz. Bu soruyu ben de sordum, aldığım cevaplar çok net değil. Murat Bey veya Arzu Hanım buna daha iyi cevap verebilir belki. Ama temel olarak hazır pazar ve fizibilitenin uygun olması sebebiyle domates tercih ediliyor. Ürün geliştirme ve inovasyona yatırım yapmamız gerektiği konusunda hemfikirim. Teşekkürler.
Peki, Hasan Bey, siz yayla tarımı kapsamında tıbbi bitki ekimi öneriyorsunuz. Ben bu bilgiyle gidip tıbbi bitki üretmek istiyorum. Hangi bitkiyi önerirsiniz?
Bu konuda Tarım Bakanlığı’nın bazı çalışmaları var. Çok bilimsel bir insan olmadığımı belirterek söylemek isterim ki, Türkiye’de ürün çeşitlendirilmesi şart. Domates dışında farklı ürün çeşitlendirmeleri yapılmalı. Özellikle tıbbi ve aromatik bitkiler katma değer açısından önemli. Bu ürünler ekstraksiyon yoluyla ilaç sanayinde kullanılabilir, yani yüksek teknoloji uygulanarak büyük değer yaratılabilir. Arzu Hanım da ekleyebilir, ama Tarım Bakanlığı’nın yayınlarında özellikle kenevir üzerinde duruluyor. Kenevir, bence ülkemizde çok büyük bir çığır açacak bitki. Ben de araştırdım; tekstil, ambalaj, tıp gibi birçok alanda kullanımı var. Evet, biraz riskli ve ismi ürkütücü olabilir, ancak kenevir çok değerli bir ürün. Özellikle tıpta, büyük miktarda ithalat yapıyoruz.
Sera yetiştiriciliğinde ise şöyle bir avantaj var, Hüseyin Bey değil mi?
Serada keneviri uyutabiliyorsunuz. Seralar kapalı ve yönetilebilir alanlar olduğundan, bitkiyi karartıp uyuttuğunuzda kenevirin içindeki CBD (uyuşturucu olmayan etken madde) oranını %15-20 daha fazla artırabiliyorsunuz. Bu da serada üretimi cazip kılıyor. Dışarıda kenevir çok rahat yetişiyor; erkek ve dişi bitkiler olarak. Türkiye’de kenevir tohumu konusunda da ciddi çalışmalar var. Samsun’daki üniversitemiz çok başarılı ilerliyor. Ancak izinler bu yıl sadece Afyon bölgesi için verildi. Ben bu yüzden Afyon’a gidip üretim yapmayı düşünmedim, çünkü alanımızdan uzak kaldı. Sanırım Afyon bu konuda ülke olarak bir merkez olacak, çünkü henüz neyi nasıl yapacağımızı bilmiyoruz; çok yeni bir süreç. Ama ilerleyen dönemde kenevir, bence en iyi ürünlerden biri olacak.
Ali ŞAYAKÇI: Arzu Hanım da katkı sağlamak ister misiniz?
Arzu ŞENTÜRK: Tabii, ben yıllarımı bu endüstri bitkilerine verdim. Kusura bakmayın, biraz uzattım. Ben Ödemiş yöresinden geliyorum, dedem yıllardır Küçük Menderes Nehri kenarında ve Amasya’daki Gümüşaşköy’de açık tarlada kenevir üretir. Bu doğrudur, tıbbi ve aromatik bitkidir. Ancak 120 metrekare gibi yüksek maliyetli bir serada kenevir yetiştirirken, CBD maddesini çıkartmazsanız haklısınız; yani bitkisel olarak ürettiğinizde çok yüksek bir değer yaratamazsınız. Lavanta örneği gibi düşünün; lavanta yağını çıkarmazsanız, lavantanın pek bir kıymeti yoktur. Kenevirdi de CBD maddesi çıkarılmazsa, o da benzer. Bu kadar yüksek yatırım yaptığınız bir serada, bu maddeyi üretip ihraç etmeniz şart. Normalde açık tarla da üretim yapabilirsiniz ama serada %20’ye kadar CBD oranını artırma avantajınız var, eğer serayı karartıp bitkiyi uyutursanız. Yani özetle, seracılıkta yeni ürün çeşitlendirmeleri yapmak, inovasyona ve AR-GE’ye önem vermek gerekiyor. Tıbbi ve aromatik bitkiler arasında kenevir önemli fırsatlar sunuyor. Serada kenevir üretimi ise CBD oranını artırma imkanı ile daha avantajlı. Ama eğer CBD üretimini gerçekleştirmezsek, çok haklısınız; bitkisel olarak üretmenin pek bir anlamı yok. Bu gerçekten çok fantastik bir proje gibi görünüyor. Metrekare başına 80 dolara üretim yapan seralarda üretmek, inanın çiftçiyi mağdur eder. Ben çiftçiyim, köylüyüm; bu konuda yanlış karar verilirse mağduriyet yaşanır.
Hüseyin Bey, CBD’nin 10 ml fiyatını biliyor musunuz?
Volkan ÖZTÜRK: Bir saniye, izin verirseniz bir eklemem olacak Arzu Hanım’a. Şimdi “Ne ekeceğim?” sorusu gündemde. Hollanda’da bir ürün ekeceğim zaman danışabileceğim birkaç kurum var; biri TNO, yani TÜBİTAK benzeri bir kurum, diğeri ise Wageningen Üniversitesi. Türkiye’de tarım konusunda danışabileceğim böyle marka bir üniversitemiz var mı, bilmiyorum. Hollanda’da herkes, sokaktan geçen birine sorsanız, “Tarım konusunda kime danışmalıyım?” diye, tek bir üniversite söyler: Wageningen Üniversitesi. Öte yandan, Türkiye’de güncel olarak 45.000 ziraat mühendisi var ve yılda yaklaşık 5.000 yeni ziraat mühendisi yetiştiriyoruz. Bu açıdan planlama çok önemli. Hollanda’da ayrıca 12 tane kooperatif var. Ürünü üretmeden önce kooperatifle anlaşarak, örneğin salatalık yetiştirecekseniz ton ya da kilo fiyatını önceden öğrenebiliyorsunuz. Bu da riski azaltıyor. Hollanda’daki en büyük salatalık ve turp üreticileri arasında Türk girişimciler de bulunuyor; bildiğimiz turptan bahsediyorum, yanlış anlaşılmasın.
Ali ŞAYAKÇI: Bir diğer soru: Volkan Bey, Hollanda’da yeraltı ısı depolaması ve güneş enerjisiyle birlikte “heatman” kullanılarak seralarda ısıtma uygulaması var mı? Ülkemizde uygulanabilir mi? Bunun örnekleri var mı?
Volkan ÖZTÜRK: Hollanda’da jeotermal enerji az ancak gelişiyor; 2023 itibarıyla 35 jeotermal sondaj var. Ortalama 3.000-3.500 metre derinlikte, 83 derece sıcaklığa ulaşılıyor. Bizim satın aldığımız seralarda 83 derece ısı, 10 seraya dağıtılıyor ve 90 dereceye çıkartılıyor. Buffer tankta tutmak için doğal gaz destekli incremental ısı kullanılıyor. Isı depolama konusunda, üretimden district heating (bölgesel ısıtma) sistemi ile doğrudan ısı kullanılıyor. Isı depolama için batarya teknolojileri Amerika ve Almanya’da geliştirilmekte; elektrikten ısıya çevirip depolama yapılıyor. Biz de ısı depolama çalışmaları başlattık ancak henüz gündemimizde çok yeni konular.
Ali ŞAYAKÇI: Soru çok, vaktimiz kısıtlı; panel bitiminde de sorabilirsiniz.
Murat YILMAZ: Ürün çeşitliliğiyle ilgili bilgi vermek isterim: Çoğunlukla domatesle başladık çünkü domates lokomotif ürün, fiyat dalgalanması diğer ürünlere göre az ve daha tahmin edilebilir. Domatesten sonra “California Wonder” tipi biber ektik; geçen yıl ilk sezonumuzu gerçekleştirdik, çok memnunuz. Bu yıl kış sezonunda kapya biber dikmeyi planlıyoruz. Aromatik bitki olarak yaptığımız çalışma sonucunda, yüksek teknoloji sera için sadece safranın fizibil olduğunu gördük. Safran değerli ve satışı iyi olduğu için. Mühendislerimiz çalışmalarını sürdürüyor; üretim ekibimiz ürün tipini belirliyor. Ürün tipini belirlerken genelde büyük ölçekli olmanın getirdiği avantajları göz önüne alıyoruz. Büyük ölçek, satış portföyünü artırıyor. Biz ürünlerimizin çoğunu hem yurt içinde hem de yurt dışında market zincirlerine satıyoruz. Örneğin, Lidl, Aldi, Rewe, EDEKA, Kaufland gibi Avrupa’nın büyük zincirleriyle çalışıyoruz. Ürünlerimizi yüksek maliyetli “IPM” (Integrated Pest Management, entegre zararlı yönetimi) sistemiyle, yani biyolojik mücadele ile üretiyoruz. Biyolojik mücadele kullanmak zorundayız çünkü Avrupa Birliği çok sıkı pestisit ve kalıntı denetimleri yapıyor. AB kalite standartlarının altında market limitleri var; örneğin Lidl’a ürün satarken 5 kalıntı sınırı varsa, Lidl bu limiti 3’e çekiyor, Rewe ise 2’ye ya da daha aza. Bu nedenle biz de pestisit kalıntısını sıfıra indirmeye çalışıyoruz; şu an sıfır pestisit ürünü üretiyoruz ve belgelerimiz var. Ancak, Türkiye’de özellikle Tarım Bakanlığı’nın pestisit kalıntı oranlarına daha fazla dikkat etmesi gerektiğini düşünüyorum. Ama eğer CBD üretimini gerçekleştirmezsek, çok haklısınız; bitkisel olarak üretmenin pek bir anlamı yok. Bu gerçekten çok fantastik bir proje gibi görünüyor. Metrekare başına 80 dolara üretim yapan seralarda üretmek, inanın çiftçiyi mağdur eder. Ben çiftçiyim, köylüyüm; bu konuda yanlış karar verilirse mağduriyet yaşanır. Antalya bölgesinde sulama ve iklimle ilgili sıkıntılar yaşanıyor; zaman zaman sel baskını oluyor, zaman zaman don vuruyor. Bu nedenle ürünlerin zarar görmemesi için yoğun ilaç kullanımı söz konusu. Bu ilaç kullanımının çok sıkı denetlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Maalesef Türkiye’de, Avrupa’daki kalıntı bilincine henüz ulaşabilmiş değiliz. Ancak modern seracılığın gelişmesiyle bu bilincin artacağına inanıyoruz. Rahmetli Hasan Şentürk, bu konuda Türkiye’de öncü isimlerden biriydi; Allah rahmet eylesin. İnşallah, günden güne bu bilinç yaygınlaşacaktır. Bir arz sıkıntısından da bahsedildi; “Herkes domates ekerse ne olacak?” deniyor. Aslında herkes domates ekmiyor. Biz seralarda kabak, patlıcan, salatalık gibi ürünleri de yetiştirebiliyoruz. Planlamamız da buna uygun. Biz Kazakistan’da da yatırım yapıyoruz; şu anda 400 dönümü inşaat halinde. Toplamda Türkiye’de 5.000, Kazakistan’da 5.000 dekara çıkarak 10.000 dekara ulaşmayı hedefliyoruz. Ürünleri ise tamamen müşteri talebine göre belirliyoruz. Örneğin Lidl, önümüzdeki sezon ne isteyeceğini şimdiden bildirebiliyor. Aldi de hangi ambalajda, kaç gramlık salatalık ve biber talep edeceğini önceden söylüyor. Bu talep bazlı sistemin, yurt içindeki marketlerde de oturması gerektiğini düşünüyorum. Ulusal zincirlerle benzer anlaşmaları yapabilmeliyiz. Geçenlerde bir market zinciriyle sözleşmeli tarım üzerine konuştuk; “150 dönüm kabak, 100 dönüm patlıcan ekiyor muyuz?” diye. Tabii ki yapabiliriz. Marketler denetimleri kendileri yapabilir; böyle sözleşmeli tarım modelleri yurt dışında da yaygın. Umarım ülkemizde de tüketici bilinci ve talebi artar. Ben uzun zamandır sektördeyim, topraksız seracılığın her yıl arttığını, yeni yatırımcıların katıldığını görüyorum; ancak toplam arzın değişmediğini gözlemliyorum. Neden? Antalya’da düşük fiyatlar ve düşük verim çiftçiyi bezdirmiş durumda. Çiftçiler artık topraklı alanda üretmek istemiyor çünkü yüksek maliyetlerle baş etmek zor. Antalya’da artık “20 dönüm domates ekiyor yerine bir müteahhide bina yaptırırım, kiraya veririm” diye düşünenler çoğalıyor. Dolayısıyla yıllık arz sabit kalıyor. Bana göre yapılması gereken, bilinçli üreticinin korunması. İlaçsız, pestisitsiz, kalıntısız ürün üretmek isteyen üreticinin ürününün hak ettiği değeri görmesi gerekiyor. Kontrollerin artması şart; Tarım Bakanlığı ve Ticaret Bakanlığı bu konuda hassas olmalı. Burada kesiyorum, çok uzattık. Soru çok, sonraya bırakalım.
Katılımcı: Son olarak Kapadokya bölgesi ile ilgili birkaç sözüm olacak. Burası tarım şehri olabilir, hatta dünyaya hitap edecek bir merkez haline gelebilir. Tüm yatırımcıları Kapadokya’ya davet ediyorum. Ruhsatım bende, devletim için bağışlarım; hayatımı bu işe verdim. Kapadokya bölgesi çok kıymetli bir yer. Burada “obsidyen” diye çok değerli bir madde var. Dünya çapında milyarlarca obsidyen madeni mevcut ancak oksidasyon nedeniyle sit alanı ilan edildi. Obsidyen, uzay teknolojisi, uçak sanayii ve özel yanımda kullanılan bir malzeme. Özellikle deprem bölgesi için hayati önemi var. Lütfen buna saygı gösterelim. Dünya piyasalarında bu maden dönem dönem değer görüyor, bazen alıcı buluyor. Litvanya’da perlit madeni bulunmadığı için yatırımcılar buraya geliyor.
Ali ŞAYAKÇI: Teşekkür ederim, güzel dilekleriniz ve katılımlarınız için.
Panelistlerimize, bakanlık ve Ziraat Bankası’nın sunduğu kredilere dair bilgileri, sunum olarak paylaşabilir miyiz? Çok teşekkür ederim.
- Panel III – Termal Turizm
Moderatör: Ömer TOSUN
Konuşmacılar:
- Oya NARİN– TTYD Başkanı
- Giulia DEVIETTI GOGGIA – Relais & Châteaux
- Mustafa ÖZDEMİR – OEZWALD Danışmanlık
Bu panelde, Türkiye’nin kıyı turizminde ulaştığı başarıyı tekrarlayacak ikinci bir alan potansiyeli taşıyan termal turizmin bu başarıya ulaşabilmesi için, “nitelikli termal turizm” perspektifinde özellikle 4., 5. ve 6. Bölgelerden başlayarak Anadolu’nun zengin jeotermal kaynaklarının bulunduğu yörelerde, dağ, doğa ve kültür turizmi unsurlarını da içine alan yeni bir yatırım hamlesi için gereken yol haritası tartışılması amaçlanmıştır. Bu bağlamda
-
- Termal turizm konusunda Ülkemizin Dünya ve Avrupa’daki yeri,
- Lüks termal turizmin gelir artırma ve pazar çeşitlendirme potansiyeli,
- Finansman ve destekler ve
- Düzenleyici çerçevede yapılması önerilen değişiklikler ele alınmıştır.
Ömer TOSUN: Öncelikle hoş geldiniz. Değerli dostlar, şeref verdiniz. Bu cümleler adeta bir kapanış konuşması gibi oldu ama biz şimdiden teşekkürlerimizi sunmuş olalım. Birinci Uluslararası Jeotermal Zirvesi’ni düzenlerken, sizlerin bu toplantılara gösterdiği ilgi ve nezakete en başından beri inanıyordum. Katılım gösteren tüm dostlara saygılarımı sunuyorum. Gerçekten ülkemiz adına çok önemli bir adım atıyoruz.
Bugünkü panelimizin konusu: Termal Turizm. Aslında bu konuyu bir süredir farklı platformlarda konuşuyoruz, değil mi?
İlk olarak Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımızla birlikte Bingöl’de başladık. Sonrasında Termal ve Jeotermal Yatırımcılar Derneği’nin düzenlediği TÜFTF’te devam ettik. Ve şimdi burada, bu zirvede kaldığımız yerden devam ediyoruz. Hep söyleyeceğiz, söylemeye de devam edeceğiz. Bu oturumda Relais & Châteaux’nun temsilcisi olarak aramıza katılan Giulia Hanım’a da teşekkür ediyoruz. Relais & Châteaux, dünyadaki butik otellerin en üst segmentinde yer alan çok özel bir yapıdır. Türkiye’deki temsilciliğini de biz üstleniyoruz. Bunu özellikle vurgulamak isterim. Aynı şekilde, Avusturya’dan aramıza katılan Sayın Mustafa Özdemir de bugün bizlerle. Kendisi bizlere çok kıymetli örnekler ve güzel sürprizler sunacak. Mustafa Bey, her ne kadar buralı olsa da Avusturya, İsviçre, Fransa ve İtalya gibi ülkelerde çok sayıda otelde ortaklık ve danışmanlık yapmaktadır. Sayın Oya Narin ise Türkiye Turizm Yatırımcıları Derneği’nin Başkanı. Aynı zamanda ben de uzun yıllardır bu derneğin yönetim kurulunda görev yapıyorum. Oya Hanım, Türkiye turizmi için yıllardır büyük bir özveriyle çalışıyor; bizler uyurken o gece gündüz koşturan bir isim. Kendisi aynı zamanda Martı Grubu’nun Yönetim Kurulu Başkanıdır. Değerli dostlar, sözü çok uzatmadan konumuza gelecek olursak, biraz önce tarımı konuştuk, öncesinde sürdürülebilirliği ele aldık. Aslında konuştuğumuz her başlık, sürdürülebilirliğin bir parçasıydı. Tarımda sürdürülebilirlik de bir parça, turizmde sürdürülebilirlik de öyle. Şu anda biz, turizmde sürdürülebilirliğin önemli bir ayağını konuşuyoruz. Peki, turizmin sürdürülebilir olabilmesi için ne yapılmalı? Turizmin ülkemizde çeşitlendirilmesi gerekiyor. Nasıl çeşitlendirebiliriz? Ticaret yaparken rakiplerinizin hangi imkana sahip olmadığını sorgularsınız. Nerede onlar güçlü, nerede biz? Bu analizleri yaparken genellikle “SWOT” analizi kullanılır. Bu analiz neticesinde de yatırım kararları verilir. Ancak ülke olarak bu tür analizleri henüz yeterince yapmadığımızı ya da yapılmış olsa da hazırlanmış master planların bir köşeye atıldığını görüyoruz. Oysa ülkemizin yeniden planlanması, turizmin stratejik olarak yeniden ele alınması gerekiyor. Peki bizim en güçlü yanımız ne? Termal. Termal turizm, ülkemizin en güçlü olduğu alanlardan biridir. Bu sadece termal suyumuz olduğu için değil, aynı zamanda bu suların yüksek mineral değerleri nedeniyle de büyük bir avantaj sağlıyor. Bir örnekle açıklayayım: Bizdeki termal suların mineral değerleri yaklaşık 10.000 mg/l ve üzerindedir. Avrupa’da durum nasıl? Sayın Mustafa Bey, siz daha iyi bilirsiniz. Avusturya’da, Almanya’da, Afyon’da veya Kozaklı’da bu değerler genellikle 2.000 mg/l civarındadır. Ama Anadolu genelinde bu oran çok daha yüksek. Çünkü biz termal sularımızı fay hatlarından alıyoruz ve bu faylar suyu derinlerden getirirken minerallerle zenginleştiriyor. Değil mi Sayın İsmail Hocam? Mineral yoğunluğu yüksek olduğu için, bu sular sağlık açısından da çok daha faydalı. Örneğin, Kapadokya’daki termal kaynaklarda ulaşılan mineral değerleri 15.000–18.000 mg/l arasında. Bunlar inanılmaz seviyeler. Neden bunu vurguluyorum? Çünkü bu kadar kıymetli bir suyu, termal turizmde mutlaka değerlendirmemiz gerekiyor. Şimdi, Giulia Hanım’dan başlamak istiyorum. Kendisi, Relais & Châteaux’nun temsilcisi olarak aramızda. Öncelikle kısaca kendinizi tanıtmanızı rica edeceğim. Relais & Châteaux’nun termal turizm alanında hangi ülkelerde, hangi tesislerde faaliyet gösterdiğini ve mümkünse bize görsellerle bu yapıyı anlatmanızı rica ediyorum. Bu turdan başlayarak diğer konuşmacılarımıza doğru sırayla ilerleyelim. Buyurunuz efendim.
Gulia DEVIETTI GOGGIA: Çok teşekkür ederim davetiniz için. Umarım beni rahatlıkla duyabiliyorsunuzdur. İsmim Giulia. Relais & Châteaux’daki portföyümüzden kısaca bahsetmek isterim. Öncelikle belirtmek isterim ki Relais & Châteaux, bir birliktir. 65 ülkede temsil edilen, yaklaşık 580 bağımsız üyesi bulunan bir yapıyız. Bünyemizde münferit otellerin yanı sıra, münferit restoranlar da yer alıyor. Gastronomi, en önemli odak noktalarımızdan biridir. 300’den fazla markamız mevcut. Oldukça özgün bir koleksiyona sahibiz; çünkü tüm üyelerimiz bağımsız işletmelerden oluşuyor. Her biri kendi hizmet standardını kendisi belirliyor ve bu da bizim yapımızı benzersiz kılıyor. Örneğin Japonya’da çok özel markalarımız bulunuyor. Fas’ta “riad” tarzı otellerimiz var. Başlangıçta bu tesisler sadece butik yapılar olarak kurulmuşken, zamanla otel hizmetine dönüşmüşler. Wellness ve sağlık her zaman çok önemli odaklarımızdan biri olmuştur. Gastronomi, müşterilerimiz açısından en kilit unsurlardan biri. Konuklarımızın tesislerimize geliş amaçları yalnızca dinlenmek değil, aynı zamanda sağlık odaklı bir deneyim yaşamak. Bu çerçevede, sağlık turizmi Relais & Châteaux’nun rota planlamasında çok önemli bir yere sahip. Rotanın herhangi bir noktasında bir gece geçirseniz dahi, çok özel ve dinlendirici bir atmosferle karşılaşırsınız. Şimdi sizlerle kısaca bir video paylaşmak istiyorum. Evet, burada Relais & Châteaux bünyesindeki 160 markayı görmüş oldunuz. “R&C Spa” etiketi taşıyabilmek için her tesisin belirli teknik kriterleri karşılaması gerekiyor. Örneğin, spa alanının kaç metrekare olacağından, kaç tedavi odası bulunacağına kadar birçok başlık kontrol listesinde yer alıyor.
Spa’nın yerel kültürle bağlantılı olması da önemli bir kriter. Örneğin, otelin kendi şaraplarını üretmesi veya yöresel bir ürün yetiştiriyor olması beklenebilir. Temel olarak, spa alanının bütüncül bir yaklaşımla tasarlanmış olması gerekiyor. Spa’nın tarihsel gelişimine baktığımızda, geçmişte nasıl bir işlev gördüğünü hatırlamak da önemli. Eski Türk hamamları, Roma ve Fin hamamları gibi yapılar, insanların uzun vakitler geçirdiği sosyal alanlardı. Bu alanlar bir anlamda sosyalleşmenin merkeziydi. Bugün ise şehirlerin kalabalıklığı ve artan stres düzeyi sebebiyle, insanlar izole ve sessiz ortamlarda stres atma ihtiyacı hissediyor. Bu noktada, spa alanları bireysel dinlenme ve yenilenme açısından çok önemli bir fırsat sunuyor. Misafirler her zaman burada masaj yapan bir uzmanla ya da rahatlatıcı bir ortamda bireysel bakım imkânıyla karşılaşabiliyor. Aslında bu izole yapı, modern yaşamın stresine karşı bir cevap niteliğinde. Bununla birlikte spa alanları artık sadece masaj yapılan mekânlar olmaktan çıktı. New York gibi büyük şehirlerde sağlık trendleri çok hızlı şekilleniyor. Bu trendler lüks otellere de yansıyor. Bugün lüks bir otelde 100’den fazla farklı wellness hizmeti sunulabiliyor. Bu da misafirlere benzersiz deneyimler yaşatıyor. Burada size küçük bir düşünce egzersizi yaptırmak isterim: Beş yıl önce hangi kıyafeti aldığınızı hatırlıyor musunuz? Belki hayır. Ama beş yıl önce tatilinizi nerede geçirdiğinizi hatırlıyor musunuz? Evet, büyük ihtimalle evet. İşte bu da gösteriyor ki bir deneyim ne kadar anlamlıysa o kadar kalıcı oluyor. Bu nedenle bizler, Relais & Châteaux olarak yalnızca hizmet sunmuyoruz; hatırlanacak tecrübeler inşa ediyoruz. Peki, geleceğin trendi ne olacak? “İyi olma hali” dediğimiz wellness kavramı artık yalnızca spa hizmetlerinden ibaret değil. Amaç; vücudu, zihni ve ruhu yenileyerek, misafirin yaşam kalitesini artırmak. Artık bu deneyimlerin içinde sadece klasik bir masaj ya da bakım yok. Uyku terapilerinden beslenme danışmanlığına, hatta bazı ülkelerde genetik analizlere kadar uzanan, bilimsel temelli çok kapsamlı wellness hizmetleri sunuluyor. Tayland’da uzun süreli meditasyon programları, Almanya’da kişiye özel sağlık tedavileri buna örnek olarak verilebilir. Evet, spa’da güzel vakit geçirebilirsiniz. Ama önemli olan, eve döndüğünüzde yaşam kalitenizin yükseldiğini hissetmeniz. İşte bu, deneyimin sınırlarını aşan bir değer yaratır. Artık spa alanları sadece dinlenme değil, sağlıklı yaşamın merkezleri haline geldi. Örneğin; odalarda klasik minibar yerine artık sağlıklı içeceklerin sunulduğu wellness barlar bulunuyor. Biz buna “gümüş kurşun” yaklaşımı diyoruz: Yani kompleks sağlık ihtiyaçlarına basit ama etkili çözümler sunmak. Dünyanın birçok yerinde bu anlayışı benimseyen otellerde, bilimsel temelli tedavilerle birlikte konukların beden ve zihin sağlıklarına katkı sunuluyor. Bazı örnekler vermek isterim: Oldukça otantik spa ortamlarına sahip tesislerimizden biri Japonya’da yer alıyor. Bu destinasyonlar doğal kaynaklarla zenginleştirilmiş, termal havuzlara sahip. Misafirler sadece bu deneyim için oraya seyahat ediyor. Bölge iyi bilindiği için ciddi bir talep görüyor. Başka bir örnek: Colorado’daki bir tesisimizde, sıcak su kaynağı tüm tesisin temelini oluşturuyor. Burada bir gecelik konaklama bedeli 3.500 dolara kadar çıkabiliyor. Özel spa alanı ve kişiye özel hamam içeren suit odalar, diğer odalara göre 600 dolar daha yüksek fiyatla sunuluyor. Yani sadece termalin kendisi değil, onun sunduğu deneyim değeri de oldukça yüksek. Bu örnekler gösteriyor ki, termalin gücü yalnızca suyun sıcaklığında değil; onun etrafında inşa edilen bütüncül sağlık ve yaşam deneyiminde yatıyor.
Ömer TOSUN: Şimdi sözü Sayın Mustafa Özdemir’e bırakmak istiyorum. Kendisi bizlere, termal turizmin potansiyelinin ne kadar güçlü olabileceğini örneklerle anlatacak. Buyurun Mustafa Bey.
Mustafa ÖZDEMİR: Çok teşekkür ederim Sayın Ömer Tosun. Merhabalar. Sunuma geçmeden önce sizleri kısa bir yolculuğa çıkarmak istiyorum. Bir video ile başlayacağız; Avrupa’dan bazı örnekler izleyeceğiz. Ancak öncesinde kısaca kendimi tanıtayım. İsmim Mustafa Özdemir. İzmirliyim. 38 yıldır Viyana’da yaşıyorum. Turizmle 16 yaşımda tanıştım, bırakamadım, çünkü başka bir işi de bilmiyorum açıkçası. Ama şunu da tüm samimiyetimle söyleyebilirim: Turizm, dünyadaki en güzel mesleklerden biri. Neden mi? Çünkü insan kaynaklı bir iş; sosyal yönü güçlü, aynı zamanda dünyanın güzelliklerini görme imkânı sunuyor. Hele bir de Türkiye gibi doğal ve kültürel açıdan zengin bir ülkenin güzellikleriyle çalışıyorsanız, bu işin değeri katlanıyor. Bu güzelliklerin üzerine bir de jeotermal gelişimi entegre edebilirsek, potansiyelimiz çok daha büyük bir seviyeye ulaşacaktır.
Şimdi sizlere termal ve sağlık turizminde küresel trendlerden bazı veriler sunmak istiyorum: Birleşmiş Milletler Dünya Turizm Örgütü’nün 2024 verilerine göre, dünya genelinde 1.4 milyar insan sağlık ve termal turizm müşterisi olarak tanımlanıyor. Evet, tam 1.4 milyar müşteri. Peki, bu pastanın bölgesel dağılımı nasıl?
- Kuzey Amerika: %12
- Güney Amerika: %8
- Avrupa: %38
- Asya: %30
- Afrika: %6
- Okyanusya: %6
Gördüğünüz gibi, pazarın en büyük payı Avrupa ve Asya’da. Türkiye bu coğrafyada yer alıyor, dolayısıyla yukarı sağ tarafta gördüğünüz potansiyelin bizde de olduğunu net olarak söyleyebiliriz. Termal sağlık turizminin küresel gelirlerine baktığımızda: 2018–2019 döneminde bu alandan elde edilen toplam gelir 639 milyar Amerikan doları. 2030 yılına gelindiğinde bu rakamın 1.3 trilyon dolara ulaşması bekleniyor. Evet, 1.3 trilyon dolar. Bu kadar büyük bir pastada Türkiye’nin de önemli bir pay alması gerektiğine inanıyorum. Birleşmiş Milletler’in verilerine göre, termal ve sağlık turizmi pandemi sonrası en hızlı büyüyen turizm segmenti haline gelmiş durumda. Bugün İzlanda’yı, İtalya’yı, Macaristan’ı, Japonya’yı ve Yeni Zelanda’yı örnek olarak duyduk. Ancak Türkiye bu haritalarda henüz yeterince görünür değil. Oysa ülkemizde 1500’ün üzerinde termal kaynak bulunuyor. Bu çok ciddi bir avantaj. Tabii burada sürdürülebilirlik kavramı kritik önemde. Özellikle son yıllarda, turizmde misafirlerin ilk sorduğu sorulardan biri şu: “Bu tesisin karbon ayak izi nedir?” “Sürdürülebilir bir konsepti var mı?” Bu sorular artık Avrupa’da ve Amerika’da standart hale geldi. Türkiye’nin de bu sorulara hazırlıklı olması, gelişimi açısından çok önemli. Orta ve Doğu Anadolu’da termal turizme yönelik büyük gelişim alanları mevcut. Bugün Hollanda’yı da örnek olarak dinledik. Türkiye 780.000 km² yüzölçümüyle devasa bir coğrafya. Jeotermal enerjinin yaygın kullanımı, altyapı açısından da avantaj sağlayabilir. Altyapı nedir? Bugün Jerome’un konuşmasında çok kıymetli bir şey söylediğini hatırlıyorum: “Yatırım yaptığınız bölgede insanları sürece dahil edin.” Yerel halkı sosyoekonomik kalkınmaya katarsanız, yatırım çok daha güçlü temeller üzerine oturur. Bu yaklaşımı size birazdan Avusturya’dan örneklerle göstereceğim. Türkiye’de 12 ay turizm kavramı da çok kıymetli. Turizm ülkemizde son derece gelişmiş bir sektör. Misafirperverlik bizim kültürümüzde var. Servis kalitesi açısından dünya standartlarını yakaladık. Rixos gibi büyük markalarla bunu tüm dünya biliyor. Ancak altyapıda bazı eksiklikler mevcut. Bunları da tamamlayabiliriz. Bugün ülkemizde yaz turizmi Ekim sonu itibariyle sona eriyor. Kasım’dan Mayıs’a kadar geçen dönem, turizm açısından durağan. Oysa termal turizm, bu boşluğu doldurabilecek en güçlü alternatiftir.
Gelişim için neler yapılabilir?
- Yatırım ve teşvik sistemlerinin sadeleştirilmesi çok önemli.
- Standartların belirlenmesi ve oturtulması şart. Turizmde gelişirken tarihî ve kültürel mirasımızı korumayı da unutmamalıyız.
Burada aklıma Kızılderililerin bir sözü geliyor: “Bu toprakları atalarımızdan miras değil, çocuklarımızdan ödünç aldık.” Yani sadece bugünü değil, geleceği de düşünmek zorundayız. Topraklarımızın tarihi, doğası ve jeotermal enerjisinin hem fiziksel hem ruhsal sağlığa katkısını doğru değerlendirirsek, bu alan turizmde olağanüstü bir potansiyel taşır. Ayrıca dijital pazarlama ve uluslararası marka değeri yaratımı son derece kritik. Termal ve sağlık turizmi için stratejik bir planlama ve markalaşma süreci mutlaka geliştirilmelidir. Birkaç panelde bugün “master plan” ifadesini duyduk. Gerçekten de bir master plan olmadan bu işler mümkün değil. Peki, Türkiye’de kaplıca ya da termal turizm var mı? Var. Yeterli mi? Hayır. Yetersiz demek de doğru olmaz; çünkü potansiyel çok daha yüksek. Ayrıca sağlık turizmi çok önemli bir alan. Bugün birkaç kez dile getirildi. Ancak burada bahsettiğimiz sağlık turizmi, yalnızca hastaneye gitmek ya da saç ektirmek gibi uygulamalardan ibaret değil. Bizim üzerinde durduğumuz konu, bireylerin hasta olmadan önce, koruyucu sağlık hizmetlerinden faydalanarak sağlıklarını muhafaza etmeye yönelik seyahatleri. Bu anlayış, tıbbi uygulamalarla ve termal kaynaklarla entegre bir şekilde, Avrupa’da oldukça gelişmiş bir turizm sektörü haline gelmiş durumda. Bu modeli Türkiye’ye birebir aktarıp, daha da geliştirerek ülkemize çok daha büyük ekonomik katkılar sağlayabilecek hale getirebiliriz. Peki, küresel trendlere uyumlu stratejiler neler olabilir? “Health is the new wealth” yani sağlık, bugünün en büyük zenginliğidir. Bütüncül sağlık ve wellness anlayışı, kişiselleştirilmiş sağlık hizmetleri ve uygun fiyat-kalite dengesi, özellikle Avrupa pazarı açısından Türkiye’ye büyük avantaj sağlıyor. Sürdürülebilirlik ve kurumsal sağlık hizmetleri de yükselen birer trend. Artık yalnızca bireysel değil, şirketlerin de çalışanları için grup halinde sağlık ve termal hizmetler satın aldığı bir dönemdeyiz. Sadece toplantılarla sınırlı kalmıyor bu deneyimler; katılımcılar birlikte bisiklet sürüyor, yürüyüş yapıyor ve adeta sporcu gibi sağlık odaklı bir programdan geçiyorlar. Bu da dinamik bir sağlık turizmi anlayışını beraberinde getiriyor. Dijital sağlık da artık çok önemli bir unsur. Zaten çoğumuzun kolunda Apple Watch gibi cihazlar var; kaç adım attığımızı, kalp ritmimizi ölçebiliyor, öğrenebiliyoruz. Stratejik uygulama adımları bağlamında, Türkiye’nin “doğal şifa ve bütünsel sağlık” destinasyonu haline gelebileceğini düşünüyoruz. Türkiye, jeotermal kaynak zenginliği, medikal altyapısı ve doğal dokusuyla entegre olabilecek büyük bir potansiyele sahip. Uygun politikalar ve yatırım dostu bir ortam sayesinde, Anadolu’nun pek çok bölgesi yılın 12 ayı boyunca sağlık turizmiyle kalkındırılabilir. Bu, gerçekten çok önemli bir husus. Buna örnek olarak Avusturya’daki küçük bir kasabadan bahsetmek istiyorum. 1998’de burada ilk termal yatırım yapıldı. 1996 yılında turist sayısı yalnızca 1.059 idi. 1995’te Avusturya’nın Avrupa Birliği’ne katılmasıyla birlikte bu bölge kalkınma bölgesi ilan edildi ve bundan büyük fayda sağladı. 2004 yılında turist sayısı 22.000’e çıktı. 2014’te 233.000 geceleme gerçekleşti. 2019’da bu rakam 251.000’e ulaştı. Sonrasında pandemi yaşandı. Ancak 2025 yılı için 300.000 geceleme hedefleniyor. 1998’den 2025’e kadar Avrupa Birliği bu bölgeye yaklaşık 40 milyon euro fon sağladı. Bu küçük kasabanın nüfusu yalnızca 1.000 kişi olmasına rağmen, termal tesisler, golf sahaları ve oteller sayesinde 600 kişilik istihdam sağlandı. Avusturya Ekonomi Araştırmaları Enstitüsü’nün verilerine göre, bu yatırımların her 1 euroluk girdisi birkaç katı ekonomik dönüş sağladı. Bu bir başarı öyküsüdür. Bunun benzerlerini ya da daha da iyilerini Türkiye’de gerçekleştirmek mümkündür. Özellikle bu bölgelerde termal tesislerin ve konaklama altyapısının geliştirilmesi, potansiyeli önemli ölçüde artıracaktır. Sunumun bu bölümünde, 1998’deki mevcut durumu ve 2008 sonrası yapılan yatırımların etkisini gösteren tabloyu da sizlerle paylaşacağım. Türkiye’nin termal ve sağlık turizmi, yalnızca bedeninize değil, ruhunuza da şifa verecek bir yolculuğa davet ediyor. Bizim doğal zenginliklerimiz, samimiyetimiz ve misafirperverliğimizle birleştiğinde ortaya çıkan sonuç sadece bir tatil değil, aynı zamanda unutulmaz bir deneyim oluyor. Bence bu yolculuğa birlikte çıkalım. Gelin, geleceği sağlıklı, huzurlu ve gülümseyerek birlikte şekillendirelim. Çok teşekkür ederim.
Ömer TOSUN: Evet, Mustafa Bey’in bu değerli sunumundan sonra hep birlikte “Kalkalım, termal yapalım!” diyebiliriz. Şimdi sözü, Türkiye Turizm Yatırımcıları Derneği Başkanı Sayın Oya Narin’e vermek istiyoruz. Oya Hanım, sizin hem Türkiye’nin pek çok bölgesinde yatırımlarınız var hem de bu alana yönelik uzun yıllardır süregelen tecrübeniz…Oya Hanım’dan şöyle kısa bir değerlendirme alalım istiyoruz. Soracağım biraz iddialı bir soru olacak belki ama kitle turizmi ile şu anda üzerinde konuştuğumuz termal sağlık turizmini karşılaştıracak olsak, Türkiye’nin tercihi sizce hangisi olmalı? Elbette turizmi çeşitlendirmek adına pek çok alan var, ama özellikle Mustafa Bey’in de belirttiği gibi burada saç ekimi gibi hizmetlerden değil, gerçekten sağlığına kavuşmak isteyen bireylerin seyahatlerinden bahsediyoruz. Siz bu potansiyeli nerede görüyorsunuz?
Oya NARİN: Ben size şöyle esprili bir yanıt vereyim: İlk röportajımı 16 yaşındayken, tamamen bir tesadüf sonucu, çok önemli bir gazeteyle gerçekleştirdim. Büyüklerime sordum, “Sorulara nasıl cevap vereyim?” diye. “Sorulara değil, söylemek istediğini anlat,” dediler. Tamam dedim, öyleyse devam edelim.
Sayın Başkan, öncelikle bu değerli çalışma için teşekkür ediyoruz. Bu ilk adım son derece önemliydi. Ayrıca bizlere ev sahipliği yaptığınız ve Kapadokya’ya tekrar gelme imkânı sağladığınız için hem şahsınıza hem de ekibinize içtenlikle teşekkür ediyorum. Bu vesileyle, Anadolu’yla iç içe olmanın verdiği huzur ve keyfi yaşıyoruz. Pozisyonum gereği, Türkiye Turizm Yatırımcıları Derneği Başkanı olarak konulara bu perspektiften yaklaşmam gerekiyor. Elbette ardından yönelttiğiniz sorulara da cevap vereceğim. Türkiye çok büyük bir potansiyele sahip. Arzu ederseniz, Türkiye’nin temel rakamlarını birlikte hatırlayalım: Ülkemizde yaklaşık 2 milyon yatak kapasitesi, 60 milyonun üzerinde turist sayısı ve 60 milyar doları aşan turizm geliri mevcut. Turizmin cari açık üzerindeki etkisi oldukça yüksek. Artık tüm orta ve uzun vadeli planlarda turizm, ekonomimizin taşıyıcı kolonlarından biri hâline gelmiş durumda. Türkiye, bilindiği üzere, son 20 yılda istikrarlı şekilde büyüyen bir ekonomi oldu. Her ne kadar son birkaç yılda pandemi ve ekonomik zorluklar sebebiyle bir duraksama yaşanmış olsa da, bu duraksama dahi %2,5-3 civarında bir büyüme gösteriyor. Ortalama %6 oranında büyüyen bir ekonomiden söz ediyoruz. Dolayısıyla, bu ölçekte bir ülkede ana sektörlerin büyümesi kaçınılmazdır. Hangi temelde? Eğer üretim yapıyorsanız, ihracat yoluyla büyüyeceksiniz. Bu büyüme, aynı zamanda insan kaynağına ve istihdama da alan açmalıdır. Turizm ise hem döviz kazandırıcı hem de büyük çaplı istihdam sağlayan bir sektördür. Sektörümüzün en önemli özelliklerinden biri, genç istihdama odaklanıyor olmasıdır. 18-30 yaş aralığındaki gençlerin ağırlıklı olarak çalıştığı bir yapıdan söz ediyoruz. Yaklaşık 40 milyonluk genç nüfusu olan Türkiye için turizm adeta biçilmiş kaftandır.
Peki bu 2 milyon yatak kapasitesini nasıl geliştireceğiz? Bu kapasite artmaya devam edecek. Alt segmentler içinde, hiç şüphesiz jeotermal kaynaklarımız büyük önem taşıyor. Türkiye haritasına baktığımızda – ki burada haritada çok net görüyoruz – özellikle Güneydoğu, Doğu Anadolu ve İç Anadolu bölgelerinde jeotermal potansiyelimizin büyüklüğü dikkat çekiyor. Sosyal ve ekonomik açıdan termal ve wellness turizmini ön plana çıkarmak ve bunu kültür turizmiyle entegre etmek son derece değerli olacaktır. Ancak bütün bunların gerçekleşebilmesi için, Sayın Başkan ve kıymetli katılımcılar, en önemli konu Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımızın da özellikle altını çizdiği kalkınma planlamasıdır. Türkiye’nin turizmdeki tarihsel gelişimine bakacak olursak, 1980-1990 arasındaki süreci hatırlayalım: 50 bin yataktan 300 bin yatağa, oradan 900 bin yatağa, 2000 yılında ise 2 milyon yatağa ulaştık. Tüm bu hamleler planlamayla gerçekleşti. Önce Dünya Bankası’nın yönlendirmesi ve finansmanıyla 1980 sonrası Güneybatı Antalya Projesi devreye girdi. İstanbul’da Emekli Sandığı ve devletin öncülüğünde ilk Hilton otelinin açılmasıyla birlikte İstanbul turizmi bugünkü 300 bin yatak kapasitesine yaklaştı. Tüm bu süreçler, Devlet Planlama Teşkilatı’nın ve ilgili bakanlıklar ile kurumların planlamaları sayesinde gerçekleşti. Siz de az önce son derece kıymetli bir panel gerçekleştirdiniz. Özellikle jeotermal ve tarım alanlarında çok önemli bilgiler edindik. Bu vesileyle teşekkür ederim. Panelde planlamanın ne denli hayati olduğunu ve planlamanın eksik olduğu alanlarda yaşanan sıkıntıları da net biçimde gördük.
Genel çerçevede bakıldığında, mevcut 2 milyon yatak kapasitesi içinde 40 bin yataklık jeotermal turizm potansiyelini doğru analiz etmemiz, doğru konumlandırmamız, harita üzerinden planlayarak somut hedefler belirlememiz gerekmektedir. Kısaca dünya verilerine değinecek olursak, panelist arkadaşlarımız da bu konuda bilgi verdiler, ben konuyu wellness ekonomisi açısından ele almak istiyorum. 2023 yılında dünya turizmi yaklaşık 9,5 trilyon dolar büyüklüğe ulaşmıştı. 2024’te bu rakam artmaya devam etti. 2033’te ise dünya turizminin 15 trilyon dolara ulaşması bekleniyor. Bu 15 trilyon doların içinde wellness sektörünün payı hâlihazırda 6,3 trilyon dolar seviyesinde ve dünya gayrisafi yurt içi hasılasının %6’sına tekabül ediyor. 2028 yılına gelindiğinde bu rakamın 9 trilyon dolara çıkması öngörülüyor. Yani, 2033’teki 15 trilyon dolarlık toplam hacmin 9 trilyon doları wellness alanında olacak.
Peki, wellness’in içine neler giriyor derseniz; mineral kaynaklar, termal wellness turizmi, spa, beslenme, fiziksel aktivite, kişisel bakım, tamamlayıcı ve koruyucu tıp gibi unsurlar bu başlık altında değerlendiriliyor. Şimdi, tüm bu bileşenleri entegre eden bütüncül bir yapıda çalışmalara yön vermemiz gerekiyor. Wellness turizmini yalnızca konaklama ve seyahat boyutuyla ele alırsak, bu alanın 2023 yılı itibarıyla küresel ekonomik hacmi 830 milyar dolar olarak öne çıkıyor. Ancak 2028’de bu rakamın 1,4 trilyon dolara ulaşması öngörülüyor. Yani, toplamda 15,5 trilyon dolarlık dünya turizm ekonomisi içinde wellness turizmi, 1,4 trilyon dolarlık bir paya sahip olacak. Şimdi bizim bu süreci doğru yönetebilmemiz için öncelikle kapsamlı bir planlama yapmamız gerekiyor. Bu noktada diyoruz ki; 1980, 1990, 2000 ve 2025 arası dönemde gerçekleştirdiğimiz üç aşamalı turizm atılımının artık yeni bir evresine giriyoruz. Yakın coğrafyamızda yer alan Yunanistan, Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin turizmde son dönemde hayata geçirdiği stratejik planlamaları yakından izliyoruz. 800 milyar dolarlık, 50 milyar dolarlık yatırım planlarıyla ciddi hamleler yapılıyor. Bu planlamaların içinde wellness turizmi de yer alıyor, termal turizm de var. Üstelik tüm bu yaklaşımlar yalnızca lüks turizm ekseninde değil. Zira dünya nüfusu hızla artıyor ve bu hedeflenen rakamlara sadece lüks segment üzerinden ulaşmak da oldukça zor. Bu bağlamda önerimiz, sabah oturumunda Sayın Cevdet Bey’in de özellikle vurguladığı gibi, turizm alanında yeni ve stratejik bir çalışma yapılması yönündedir. Jeotermal turizmi de bu kapsam içinde değerlendirmemiz gerektiği kanaatindeyim. Mevcut durumda 41.000’e ulaşacak olan termal yatak kapasitemiz çok kıymetli. Bu kapasite 100.000’e, belki ileride 200.000’e de ulaşmalıdır. Çünkü ülkemizin kaynakları son derece zengin. Özellikle termal su açısından çok güçlü bir potansiyele sahibiz. Belki Suudi Arabistan gibi ülkeler, bu kalite ve özellikte termal suya ulaşamayacak. Oysa biz, bu kaynaklara sahibiz. Wellness meraklıları için bir diğer önemli unsur ise kültürel geçmişimizdir. Doğu Roma’dan itibaren şekillenen medeniyetlerde su hep merkezde olmuştur. Evlerin içinde su, ortak alanlarda hamam kültürü gibi yapılar daima var olmuştur. Bugün bizlerin yapması gereken, bu kültürel birikimi yeniden yorumlamak ve çağdaş bir ürün anlayışıyla dönüştürmektir. Ürün bazında baktığımızda ise özellikle son dönemde öne çıkan birtakım eğilimleri göz ardı etmemeliyiz. Zen, yalnızlık (solitude), meditasyon, içe dönüş gibi kavramlar Batı ile Uzak Doğu’nun kültürel entegrasyonu sayesinde hayatımıza girdi. 1980’lerde yoga yapmaya başladığımda, ailem büyük bir şaşkınlık içindeydi. “Evladım, bu nedir?” diyorlardı. Meditasyon kelimesi dahi yabancıydı. Hatta Hindistan’a gidip keşfetmeyi önerdiğimizde “Paris’e gitsen daha iyi olmaz mı?” gibi tepkiler alıyorduk.
Bugün ise durum çok farklı. Asya ile birlikte yepyeni bir vizyon kazandık. Ancak Türkiye’nin bu zengin kültürel mirasını henüz dünyaya yeterince anlatamadık. Türk kültüründeki, Roma kökenli geçmişimizdeki banyo ve hamam geleneklerini hâlâ uluslararası bir formata taşıyabilmiş değiliz. Bu nedenle, ürün bazında da ciddi çalışmalar yapmalıyız. Çünkü bunun dışında neredeyse her şeye sahibiz: muhteşem bir doğamız var. Suyu olmayan ülkeler bile turizm yapıyor. Yazın 50 dereceyi bulan sıcaklıklarda dahi %90 doluluk oranına ulaşıyorlar. Oysa biz, elimizdeki bu eşsiz kaynaklarla doğru planlamayla, sabırla, adım adım çok daha ileriye gidebiliriz. Kapadokya’nın bu yapı içerisindeki yeri ise ayrıcalıklı. Kapadokya, başlı başına bir dünya harikası. Üstelik jeotermalin burada bulunması da bölgeye eşsiz bir değer katıyor. Sizlerin bu konuya gösterdiğiniz ilgi ve hassasiyet de son derece önemli. Çünkü bu tür yatırımlarda her zaman öncülüğü yatırımcılar üstlenir.
Ben sözlerimi burada noktalarken, Türkiye’nin turizmdeki geleceğinin çok parlak olduğunu ve özellikle jeotermal ile termal sağlığı entegre ederken bu alanı sadece otelcilik veya konaklama perspektifinden değil; bir sağlık ürünü olarak görüp, topluma yaygınlaştırmamız gerektiğini vurgulamak isterim. Ayrıca, yaşantı kültürümüzün getirdiği bazı sınırların da ötesine geçmemiz gerektiğini düşünüyorum. Jeotermal ve termal alanındaki gelişimimizin önündeki en büyük sosyolojik engel de aslında tam olarak budur. Çünkü uluslararası anlamda bir spa merkezine gittiğinizde, genellikle eşinizle ya da partnerinizle birlikte gidersiniz. Bizde ise termal tesislere genellikle ailece, çocuklarla birlikte gidilmektedir. Yani farklı bir konseptimiz var. Dolayısıyla bu ayrımı net şekilde ortaya koymamız gerekiyor. Eğer bu yapıları sosyal bir forma dönüştüreceksek, farklı bir pozisyonda ele almamız gerekir.
Bir diğer husus da Ege ve Antalya gibi ciddi yatak kapasitesine sahip bölgelerde, sağlık odaklı jeotermal ve termal ürünlerin daha yaygın ve ortak kullanımlar üzerinden herkese açılması gerekliliğidir. Bu ihtiyacı sahada net bir şekilde görebiliyoruz. Örneğin Ekincik/Köyceğiz bölgesinde yer alan bir çamur kampı var. Etrafında binlerce yatak kapasitesi mevcut. Ancak oteller bu çamuru yalnızca ürün olarak satın alabiliyor; oysa bütün misafirler bireysel olarak o çamur kamplarına yöneliyor. Yine Kuşadası/Davutlar bölgesinde çok kıymetli bir termal kaynak bulunmakta. Tüm turistler otellerinden çıkıp doğrudan bu kaynaklara yöneliyor. Bu durumu da göz önünde bulundurmalıyız. Yani bu ürünlerin sadece otel içi kullanımla sınırlı kalmaması gerektiğini düşünüyoruz.
Son olarak, uluslararası düzeyde emeklilik fonları ve sosyal güvenlik kurumlarıyla (SGK) yapılabilecek iş birlikleriyle bu ürünlerin geliştirilmesi mümkün olabilir. Yani termal sağlık hizmetlerini önleyici tıp anlayışına entegre ederek, finansman modellerini de oluşturmak durumundayız. Bu doğrultuda Kalkınma Bankası ile çeşitli çalışmalar yürüttük. Ayrıca kamu-özel iş birliği (PPP) modelleriyle bu hizmetlerin Anadolu’ya yayılması gerektiğini ifade ediyoruz. Özetle, sorunuza uzun bir yanıt verdim ama bu detayların önemli olduğunu düşünüyorum.
Ömer TOSUN: Çok önemli bir noktaya değindiniz. Özel sigortalar bu alanda Avrupa’da ciddi yatırımlar yapıyor. Benim de özel sigortam var. Bu bana her yıl bir hafta bir spa merkezine gitme hakkı tanıyor. Elbette bunun aylık primini ödüyorum. İstediğim doktora gidebiliyorum. Bu tür yaklaşımlar giderek yaygınlaşıyor. Örneğin Avusturya’da faaliyet gösteren bazı sigorta şirketleriyle biz de kendi otellerimizde iş birliği yapıyoruz. Bu sigortalardan biri, yıllık 45.000 kişiyi belirli bir otele yönlendirebiliyor. Bu çok mantıklı bir yaklaşım. Balçova örneğimiz var. Balçova’da Norveç’le yapılan bir anlaşma çerçevesinde hasta kabulü yapılıyor. Ancak bu süreçlerde çeşitli hukuki düzenlemeler söz konusu. Bu amaçla devlet tarafından USHAŞ (Uluslararası Sağlık Hizmetleri A.Ş.) isimli bir yapı kuruldu. Bu kurumun, akreditasyon süreçlerini diğer ülkelerdeki muadil kurumlarla gerçekleştirmesi gerekiyor. Ancak bu süreçler oldukça teknik ve şu anda yavaş ilerliyor. Bu nedenle detayına girmeyelim. Ancak çok önemli bir konu. Özellikle “güven” meselesi bugün de gündeme geldi. Sağlık alanında güven duygusu büyük önem taşıyor.
Arkadaşlar, biraz önce gösterilen haritayı tekrar ekrana alabilir miyiz lütfen? Evet, o harita. Bu harita aslında birçok şeyi çok net anlatıyor. Görmüş olduğunuz bölgeler, fay hatlarının yoğun olduğu, jeotermal kaynakların daha sıcak olduğu yerleri işaret ediyor. Haritada koyu mavi tonlar dışındaki sarıya yakın alanların tamamı, ülkemizin termal kaynaklarını gösteriyor. Burada altını çizmek isterim: Termal su, otel kullanımı için değerlendirildiğinde yüzlerce derecelik sıcaklığa sahip olmasına gerek yok. 40–60 derece arası bir sıcaklık yeterlidir. Hatta 60 derecenin üzerinde olduğunda, sadece sağlık turizmi için değil, aynı zamanda tesislerin ısıtılması ve soğutulması için de kullanılabilir.
Dolayısıyla bu kırmızı ve sarıya yakın bölgeler Türkiye’nin çok büyük bir değerini temsil ediyor. Haritadan da görebileceğiniz gibi, neredeyse Türkiye’nin %80’i termal kaynak potansiyeline sahiptir. Bu eşsiz bir zenginliktir. Bu noktada Oya Hanım’ın görüşlerine tamamen katılıyorum. Mustafa Bey de çok güzel bir çerçeve çizdi. Hanımefendi örnekleriyle konuyu detaylandırdı. Ancak şimdi esas ihtiyacımız olan şey, nereden başlamamız gerektiğine karar vermek. Yani bir plan. Bir “master plan” yapılması elzem. Nereden, hangi bölgeden ve hangi önceliklerle başlanacağı netleştirilmeli. Piramitin üstünden mi başlayacağız, altından mı başlayacağız? Ama alttan başlarsak bu işin kötü bir isim yayma ihtimali çok yüksek. Potansiyeli yüksek yani. Şimdi bizim binlerce, yüzlerce kaplıcamız var. Neyimiz var? Kaplıcamız var. Peki bizim ülkemizde, bu konuda referansı ne oluşturur?
Diyelim ki burada arkadaşlarımız var; Bingöl’den gelmişler, Bitlis’ten gelmişler. Hoş geldiniz dostlar. Sizler de oradasınız, görüyorum.
Şimdi bu arkadaşlara bir şey söylememiz lazım. Ne söylememiz lazım? Biz oraya gittik; Oya başkanımla beraber Bingöl’de, sayın başkanla beraber, Cumhurbaşkanı Yardımcımızla toplantı yaptık. Benim şahsi görüşüm, piramidin tepesinden başlamak gerektiği yönünde. Nasıl yapmalı? Çok özel, büyük olmayan ama Relaix & Chateaux gibi termal tesislerle başlamak. Bu tesisler doğanın içinde, sakin yerlerde, ormanlık alanlarda olabilir. Ama abartmadan, doğaya zarar vermeden, küçük küçük. Ve bu tesisler üst segment markalarla hizmet vermeli. Ülkenin her yerinde, “Burası Türkiye’nin lüks termal turizm alanıdır” dedikten sonra, aşağısını zaten biz kopyalarız. Sonra beş yıldızlı oteller, dört yıldızlı oteller, kaplıcalar, hamamlar… Bahsettiğiniz şey çok önemliydi: Türkiye’de bir hamam var, gidiyorsunuz. Avrupa’da da hamam var. Hamam Türkiye’den gitmiş ama oradaki hamam hamam değil. Türkiye’deki de hamam değil. Çok enteresan. Bunlara da dikkat etmemiz gerekiyor. Kesinlikle katılıyorum. Bu noktada sizlerden görüş almak istiyorum. Sizce yukarıdan mı başlamalıyız? Bir plan çerçevesinde aşağıdan mı? Ben şahsi görüşümü söyledim.
Giulia, ne dersin? Ne dersiniz Giulia? Piramidin tepesinden mi, lüks otellerle mi başlayalım? Yavaş yavaş dört yıldız, üç yıldız diyerek mi ilerleyelim, yaygınlaştıralım? Yoksa aşağıdan mı başlamalıyız?
Gulia DEVIETTI GOGGIA: Bence illa şöyle ya da böyle olmak zorunda değil. Sonuçta lüks müşterisi yok demedik. Bizim segmentimiz lüks olduğu için ben lüksten bahsettim. Ama Japonya örneğini düşünelim. Orada bir köyde 6 tane hamam benzeri banyo var. Halka açık. Herkes gidebiliyor. Eğer köyde konaklıyorsanız, ücretsiz erişim var. Yani illa bir tesiste kalmak da gerekmiyor. Köyde herhangi bir yerde konaklasalar yeterli. Lüks de olabilir, ama halkın yanında da olabilir. Yani illa %100 lükse odaklanacağız diye bir takıntı olmamalı. Ama tabii lüks segment bir yere girdiğinde, konaklama süreleri uzuyor, istihdam oranları artabiliyor, vesaire… Benim şahsi görüşüm; burada lüksün sürücü, yani lokomotif rolünde olması. Ama bu, diğerlerini göz ardı etmek anlamına gelmemeli. Hepsi birlikte yürüyebilir.
Ömer TOSUN: Yani ben kendi cevabımı aldım. Mustafa Bey’e de sormak istiyorum. Çok kısa zamanımız kaldı; 9 dakikamız var. Bunun 4 dakikası sizin, 5 dakikası hanımefendinin. Buyurun.
Mustafa ÖZDEMİR: Bence bu işin doğrusu yanlışı yok. Yukarıdan da başlanabilir. Ama markalaşma açısından yukarıdan başlamak daha zor olabilir. Çünkü lüks herkesin ilgisini çeker. Dünyada herkes Hollywood oyuncularını tanır, izlesin ya da izlemesin. Lüks cazip bir şeydir.
Markalaşma açısından çok büyük fayda sağlayabilir. Ama yalnızca otel değil, halka açık termal yatırımlar da olmalı. Yani spa yatırımları ve küçük otellerin müşterilerini gönderebileceği yerler… Son videoda gösterdiğim gibi, Alpler’deki termal otel halka açık. Oteller doğrudan bağlanmış. Misafir otelden çıkıp direkt termale geçebiliyor. Ama işletmeler farklı. Bu tür yatırımlar çok mantıklı olabilir. Konum olarak daha özel, daha lüks, spa hizmetleri entegre edilmiş otel bölümleri olabilir. Veya termal bölgede tedavi alanları, masaj odaları, güzellik odaları, hatta sağlık personeli, doktorların olduğu alanlar olabilir. Bence ikisi birden master plan içinde standardize edilmeli. Özellikle politika açısından da örneğin vergi düzenlemeleriyle cazip bir ortam oluşturulmalı. Çünkü yatırım için dönüş çok kritik. Turizm de hassas bir sektör. Politik gelişmelerden çok çabuk etkilenebiliyor. Müşteri bir anda gelmeyebilir. Yatırım yapılmış oluyor ama ilk yatırım zaten pahalı. Otel ya da termal yatırım dediğimiz şey ciddi maliyet ister.
Ömer TOSUN: Dönüşü sonradan geliyor ve çok ciddi yatırımlar yapılıyor bu alana. Bu nedenle bence lüks çok önemli. İkisini bir denge içinde tutup yatırım yapmak çok mantıklı. Buyurun.
Oya NARİN: Aynen. Şimdi biraz rakamlara bakıyorum, konuyu daha derinlemesine irdelemek için. Bir gerçek var: bizim projeksiyonlarımıza göre Türkiye, 2033 yılında 130–132 milyon turiste ulaşacak. 132 milyar dolar da turizm geliri öngörülüyor. Dünya turizm trendlerine göre bakarsak, eğer wellness bu toplamın %10’u olacaksa, önümüzde doldurulması gereken çok büyük bir alan var demektir. Hiç şüphesiz, notlarıma da bakıyorum; wellness turistinin kişi başı harcaması ortalama 1600 dolar civarındayken, standart bir turistin harcaması yaklaşık 700 dolar. Yani wellness yoluyla elde edilen gelir en az 2–2,5 kat daha yüksek. Ama tüm bu veriler ışığında, sizin söyledikleriniz ne kadar doğru olursa olsun, bizim burada Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini benimsememiz gerekiyor. Yani üçgenin tepesinde mutlaka en üst segment ürünler yer almalı ama onun altını da sağlam bir şekilde doldurmalıyız. Birinci ve ikinci basamakta temel ihtiyaçlar var. İnsanların sağlığa ihtiyacı var. Ve Tanrı bize bu kaynağı, bu mineralleri vermiş. Dolayısıyla bu zenginliği, insanlarımızla ve dünyayla paylaşmalıyız. Bu sosyal ortamlarla olabilir. Mevcut konaklama tesisleriyle entegre biçimde olabilir. Sisteme SGK da entegre edilebilir. Bu bir pakettir. Sonrasında, adım adım yukarıya çıktıkça sizin de ifade ettiğiniz gibi daha niş ürünler devreye girer. Ve artık bu sadece termalle sınırlı da kalmıyor. Hanımefendinin de belirttiği gibi, başka bir anlayışa örneğin “silver economy” doğru gidiyoruz. Bu yaklaşımda koruyucu sağlık uygulamaları da var; yaşlanan Avrupa ve dünya nüfusuna hitap eden, sağlığı korumaya odaklı, daha yaratıcı ve farklı bir ürün ortaya çıkıyor. Bu da Ömer Beyciğim, ihtisas gerektiriyor. Yani bir sürü küçük tesis açmak mümkün ama içini gerçek anlamda doldurmak preventif tıptan spa anlayışına, yoga ve meditasyona kadar uzanan 360 derecelik kapsamlı bir ürün yaratmak hiç kolay değil. Evet, Relaix & Chateaux bunu yapabiliyor. Ama Relaix & Chateaux bu noktaya gelmesi herhalde 100 yıl sürdü. Sizin de yıllardır çok önemli bir ürününüz var ama sizin gibi kaç tane tesis var? 1000 euro ve üzeri satış yapabilen çok az. Çünkü bu iş özel bir ilgi, özel bir dokunuş gerektiriyor.
Dolayısıyla ben, piramit yaklaşımının doğru olduğuna inanıyorum. Ve Türkiye turizmindeki en büyük sorunun da ters piramit yapısından kaynaklandığını düşünüyorum. Yani bizde 4 ve 5 yıldızlı tesisler çok fazla ama 1–2–3 yıldızlı tesisler yok denecek kadar az. Birlikte hazırladığımız raporda da bunu gördük. Fransa, İtalya, İspanya ile karşılaştırdığımızda, bu ülkelerde ortada güçlü bir yapı var: 3–4 yıldızlı rezidans ve spa tarzı ürünlerin yatak kapasiteleri belli bir düzende. Piramit ya dengeli ya da altı daha sağlam. Bizde ise yapı ters piramit şeklinde. Bu yüzden fiyatlarımızı yukarı çekemiyoruz. Çünkü her şey 4–5 yıldız standardında sıkışmış durumda. O nedenle konu, sizin de dediğiniz gibi, planlama meselesidir. Planlama için de özel sektörün ve sizin gibi değerli sivil toplum kuruluşlarının bir araya gelerek önce kendi içimizde bir vizyon oluşturması, ardından bu vizyonu devlete götürerek gerekli teşvikleri talep etmemiz gerekiyor. Çünkü şu anda gördüğümüz kadarıyla 5. ve 6. bölgelerde bu yatırımları yapmak mümkün. Buralarda devletin sağladığı çok ciddi teşvikler ve destekler var. Bunlardan da faydalanarak bu alanı geliştirmeliyiz. Çok teşekkür ediyorum.
Ömer TOSUN: Bakın, ne kadar güzel ortaya çıktı tablo. Demek ki ne yapmak gerekiyor? Tartışmak gerekiyor. Tartışmak için çalıştaylar yapmak gerekiyor. Ama sadece biz kendi içimizde körler sağırlar birbirini ağırlar mantığıyla değil, aynı zamanda dışarıdan uzmanları, bu işi yapan paydaşları da davet ederek, hep birlikte bu konuyu çalışmalı, bir master plan doğrultusunda ülkemizin belki de en kıymetli değeri olan termal turizmini ve termal sağlık turizmini öne çıkarmalıyız. Bu arada 5 dakikamız kaldı. Buyurun hocam.
Katılımcı: Jeotermal Kaynaklı Belediyeler Birliği olarak, belediye başkanlarımızı Karlovy Vary’ye ve Macaristan’da Budapeşte’ye götürmüştük… Gerçekten de su kalitesi açısından bakıldığında, ülkemizdeki termal suların kalitesi Avustralya’dakilerden çok daha yüksek. Tesisler açısından da yeni yapılanlar hariç tutulursa bizim tesislerimiz Avustralya’dakilere kıyasla çok daha modern ve donanımlı. Oradaki tesisler daha çok eski dönemden kalan yapılar. Ancak onların bizden bir avantajı var: yeterli düzeyde, termal tedaviye yönelik sağlık personeline sahip olmaları. Biz ise bu alanda, özellikle tedaviye yönelik personel yetiştiremediğimiz sürece, termal turizmde ve termal sağlık turizminde pastadan daha fazla pay almamız zor görünüyor. Bu nedenle en kritik konu: tedaviye yönelik insan kaynağı. Örneğin, gidiyorsunuz; çene ile ilgili ayrı bir yöntem uyguluyorlar, dizle ilgili farklı bir yöntem. Ve bu uygulamaları termal suyun içerisinde gerçekleştiriyorlar. Yani bu, sadece havuza girmek değil, bizzat tedavi sürecinin bir parçası. Bizim ülkemizde yardımcı doktorlarımız bu konuda gerçekten çok başarılı. Ancak, bu doktorların yanında görev alacak yardımcı sağlık personelini de yetiştirmemiz gerektiğine inanıyorum.
Ömer TOSUN: Peki, çok teşekkür ederim. Buyurun.
Ilgaz NACAKOĞLU: Öncelikle tüm katılımcılara saygılarımı sunuyorum. Ben Dr. Ilgaz Nacakoğlu, Türkiye Kaplıcalar Derneği Başkanıyım. Aynı zamanda USHAŞ’ın danışmanlığını yürütüyorum. Ülkemizdeki termal kaynak dağılımını göstermek adına, izninizle şu haritadan başlamak istiyorum: Haritada kırmızı ile görülen alanlar yüksek sıcaklık değerine sahip bölgeleri gösteriyor. Ancak onun dışındaki mavi bölgelerde de yüzlerce termal kaynağımız mevcut. Yani ülkemizin neredeyse tüm illerinde ve ilçelerinde termal kaynaklara sahibiz. Ancak temel problemlerimizden biri şu: Bizde bin yıllık bir hamam kültürü var. Hamamlarımız hem dünya çapında marka değeri taşıyor hem de kendine has bir mimari özelliğe sahip. Ancak kaplıcalarımız aynı gelişimi gösterememiş. Genellikle, sıcak suyun bulunduğu bölgede o dönemin varlıklı kişisi ya da yerel yönetimi tarafından bir tesis kurulmuş ve o yapı, zaman içerisinde aynı haliyle işletilmeye devam etmiş. Son dönemlerde ise bazı oteller, termal suyu kendi bünyelerine entegre ederek termal otel formatına dönüşmüş durumda. Fakat bu noktada otel yöneticileri ve sağlık idarecileri termal suyun, yani termomineralli suyun ne olduğunu ve nasıl kullanılacağını bilmedikleri için, bu alanı sadece “sıcak su havuzu” olarak değerlendiriyorlar.
Oysa termalin birçok bileşeni ve kullanım alanı var:
- Wellness ile entegre kullanılabilir,
- Kür tedavileriyle desteklenebilir,
- Rehabilitasyon amacıyla kullanılabilir,
- Fizik tedavi uygulamalarına entegre edilebilir,
- Ya da sadece rekreatif (dinlenme, keyif) amaçlı kullanılabilir.
Bu noktada yapılması gereken en önemli şey: planlama. Hanımefendinin de söylediği gibi, her termal su kaynağının uluslararası termal turizme hizmet etmesi zorunlu değildir. Bazı bölgelerimiz ulaşım açısından sorunlu olabilir, altyapı eksikleri olabilir, arazi kullanımında sıkıntılar yaşanabilir. Ama bu yerleri farklı ölçeklerde turizme kazandırmak yine de mümkündür. Ve bunu ancak, az önce de belirtildiği gibi, birlikte çalışarak başarabiliriz. USAŞ olarak bu yıl belirli bölgeleri öne çıkararak bir çalışma başlattık. Özellikle “Selçuklu’dan Cumhuriyet’e Anadolu Şifa Rotaları” adlı bir projeye başladık. Bunun yanında ayrıca highlight ettiğimiz bazı bölgeler var: Örneğin Van, Edirne, Kozaklı… Bugün Kapadokya’dayız. Sivas ve benzeri pek çok noktada yeni atılımlar, yeni projeler geliştirmek istiyoruz. Ama burada en kritik noktalardan biri de eğitim. Mevcut kaynakları kullanan kişilerin bilgilerini güncellememiz gerektiği gibi, alttan da bu işi gerçekten bilen, Avrupa’daki örneklerde olduğu gibi kaplıcada ihtisaslaşmış personel yetiştirmemiz gerekiyor.
Avrupa’da bu kişiler;
- “Spa terapisti”,
- “Kaplıca teknikeri”,
- Benzeri mesleki unvanlarla görev yapıyor.
Bizde ise genellikle sadece düz masörler kullanılıyor. İlkokul mezunu bir masörle uluslararası sağlık turizmi yürütmek ise mümkün değil. Teşekkür ediyorum, sağ olun.
Ömer TOSUN: Çok özür diliyorum, söz vereceğim. Zaten kapatıyoruz ama çok önemli bir konuya değinmek istiyorum: Biz burada termal turizmi konuşuyoruz ancak 2021 yılında termal turizmin önüne çıkan çok ciddi bir engel oluştu… Bu engel de Turizm Bakanlığı tarafından getirildi. İsmail Hocam siz de hatırlarsınız; bir torba yasa içerisinde şöyle bir madde eklendi: “Bundan böyle termal turizm tesislerinin tahsisi, Turizm Bakanlığı tarafından yapılır.” Bu ifade uygulamaya geçtiğinde ise karşımıza şu çıktı: Turizm Bakanlığı, altyapı katılım bedelini ihale yöntemiyle yapmak zorunda kaldı. Bu ne demek? Yani siz bir yerin projesini hazırlamışsınız, suyunu getirmişsiniz, tesis kurmak istiyorsunuz. Ama Turizm Bakanlığı, bu alanı doğrudan tahsis edemiyor; ihale sürecine çıkmak zorunda. Siz çalışacaksınız, projesini yapacaksınız… Sonra bu alan ihaleye çıkacak, bir başkası örneğin Alya Hanım gelip alabilecek. Bu olacak iş değil. Bu uygulamanın bir an önce değiştirilmesi, sistemin eski haline dönmesi gerekiyor. Yani termal suyun kullanımına yönelik tesislerin, öncelikli yatırım statüsüne alınarak, ihale kanununa tabi olmaksızın, doğrudan teşviklerden yararlanabilir hale gelmesi lazım. Çok özür diliyorum, tam 2 dakikanız var. Buyurun, mikrofonu hocamıza uzatalım. Hocam, lütfen kendinizi tanıtın.
Dr. Kemal AYDIN: Değerli hocalarım, saygıdeğer katılımcılar… Ben Dr. Kemal Aydın, Dünya Yaşlanma Konseyi Başkanı ve Dünya Longevity Forumu CEO’suyum. Geçtiğimiz günlerde Almanya’da Longevity Forumu’nu gerçekleştirdik. İnşallah 21 Haziran’da da Ankara’da, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde Dünya Longevity Forumu’nu düzenleyeceğiz. Peki neden 21 Haziran? Çünkü bu tarih İbn Sînâ’nın “El-Kanun fi’t-Tıbb” adlı eserinin yazılışının 1000. yılına denk geliyor. Aynı zamanda yılın en uzun günü. 23 Nisan çocuklara, 19 Mayıs gençlere armağansa; 21 Haziran’ı da dünya yaşlılarına armağan ediyoruz. Bu tarih artık Dünya Longevity Günü olarak anılsın istiyoruz. O gün, dünyadaki en iyi longevity kurumlarını ödüllendireceğiz. Geçtiğimiz günlerde İsviçre’deydik. Örneğin, La Prairie Kliniği, 90 yıl önce kurulmuş ve haftalık gelirleri 500.000 – 1,5 milyon İsviçre Frangı arasında değişiyor. Oysa bizim ülkemiz, Longevity kavramının adeta anayasasının yazıldığı topraklar. Roma’dan Bizans’a, Selçuklu’dan Osmanlı’ya ve Cumhuriyet’e uzanan bir sağlık mirasımız var. Aynı zamanda “İpek Yolu Şifa Rotaları” projesini de UNESCO ile birlikte başlattık. Burası, Kapadokya, bir UNESCO bölgesi. Geçtiğimiz haftalarda USHAŞ Genel Müdürümüzle birlikte Divriği Darüşşifası’ndaydık. Orada müzikle terapi, suyla terapi, aromaterapi, diyet terapisi ve kişiye özel tedavi yöntemleri uygulanıyor. Bin yıllık bir şifa geleneğimiz var. Bu yıl, Nevşehir’de başlattığımız bu zirveyle birlikte, dünya çapında bir Longevity Yılı ilan etmiş olacağız. İbn Sînâ’nın 1000. yılını kutladığımız bu yılda, “El-Kanun fi’t-Tıbb” adlı eser, Avrupa’da 500 yıl boyunca okutuldu. Bu eserde ne vardı? Bugün “fonksiyonel tıp” dediğimiz, koruyucu sağlık anlayışı. Yani daha hastalanmadan önce sağlığı korumak… Bu nedenle, özellikle Ömer Başkan’a çok teşekkür ediyorum. İzmir Travel Turkey’de bu konuları birlikte görüşmüştük. Ve bu yıl, 21 Haziran bizim için çok kıymetli. Hepinizi Ankara’ya davet ediyoruz. Ayrıca 17–23 Ağustos tarihlerinde düzenlenecek olan EXPO organizasyonunda, İbn Sînâ’nın ablası da anılacak. Bu EXPO’da, tıbbın 1000 yıllık tarihini konu alan bir sergi olacak. Yapay zekâ destekli, dijital unsurlar da kullanılacak. Teması: Su ve Sağlık. Hocamın da belirttiği gibi, biz hamama gidiyoruz ama hamamın kurallarını bilmiyoruz. Dünyada Türk hamamı çok meşhur ama standartları, akreditasyonu yok. Bu alanda üniversitelerde bölümler açılmalı. Ama artık sadece bölüm yetmez. Tıbbi Ekoloji ve Hidroklimatoloji Üniversitesi gibi ihtisaslaşmış yapılar kurulmalı. Çünkü bu artık sadece bir turizm meselesi değil, dünya çapında bir sağlık ve kalkınma meselesidir. Bu nedenle aranızda olmaktan büyük onur duyuyorum. Ömer Bey’e tekrar çok teşekkür ediyorum. Kendilerini UNESCO’ya Longevity Elçisi ilan ettiğimizi de buradan duyurmak isterim. Saygılarımı sunuyorum, çok teşekkür ederim.
Ömer TOSUN: Çok teşekkür ederiz hocam, çok naziksiniz. Hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim. Fransa’dan gelen konuklarımız var, Avusturya’dan gelenler var… Oya Hanım siz de İstanbul’dan geldiniz sizinki en yakın yerdi ama yine de şeref verdiniz. Hepinize çok teşekkür ediyoruz. Şimdi, bu panelin hemen ardından enerjiyle ilgili bir oturum başlayacak. Katılımınızı tavsiye ederim. Avrupa ve dünya örnekleriyle lüks termal turizmi detaylı biçimde konuştuk. Gelir artırımı ve pazar çeşitliliği açısından çok verimli bir panel gerçekleştirdik.
- Panel IV – Elektrİk Üretİmİ ve Gelecek Vİzyonu
Moderatör: Ali KİNDAP
Konuşmacılar:
- Hüsnü DÖKMECİ– SANKO Enerji Genel Müdür Yardımcısı
- Melih Fırat AYAZ – T.C. İklim Değişikliği Başkanlığı temsilcisi
- Mustafa ÇALIŞKAN – ETKB
Bu panelde, Türkiye’nin 2053 perspektifinde özel sektör öncülüğünde jeotermale dayalı elektrik üretiminin artırılabilmesi için karbon ve diğer zararlı emisyonların bertaraf edilmesine dönük adımlar, teknoloji, finansman ve düzenleyici çerçeve açısından ele alınarak öneriler geliştirilmesi amaçlanmıştır. Bu çerçevede:
-
- Karbon yakalama ve depolama teknolojileri,
- Non-condensable gaz reenjeksiyonu,
- YEKDEM mekanizması tarafındaki ihtiyaçlar,
- Elektrik enerjisi amaçlı jeotermal aramalarda yeni teşvik unsurları ve
- Finansman konuları ele alınmıştır.
Sunucu: Değerli katılımcılar, artık zirvemizin son panel oturumuna gelmiş bulunuyoruz. Şimdi ele alacağımız konu Türkiye’nin 2053 net 0 hedefi doğrultusunda jeotermale dayalı elektrik üretiminin bugünü ve yarını olacak. Yani önemli bir konuyla devam ediyoruz. Jeotermale dayalı elektrik üretimi, geleceğe bakış başlıklı bu panelde karbon ve diğer zararlı emisyonların bertarafına yönelik teknolojiler, YEKDEM ve teşvik mekanizmaları, finansman olanakları ve mevzuat ihtiyaçları detaylı bir şekilde değerlendirilecek. Oturumu yönetmek üzere Jeotermal Elektrik Santral Yatırımcıları Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Ali KİNDAP’ı büyük alkışlarınızla sahneye davet ediyorum. Merhabalar. Hoş geldiniz. Hoş geldiniz. Şeref verdiniz ve panelistlerimizi hemen sahneye davet edelim. SANKO Genel Müdür Yardımcısı Sayın Hüsnü DÖKMECİ geliyor. Büyük alkışlarınızla lütfen. Çok çok teşekkür ediyorum Hüsnü Bey. Hoş geldiniz. Enerji İşleri Genel Müdürlüğü Yenilenebilir Enerji ve Yeni Teknolojiler Dairesi Başkanı Sayın Mustafa ÇALIŞKAN geliyor. Mustafa Bey hoş geldiniz. Hoş geldiniz, şeref verdiniz efendim. Türkiye Cumhuriyeti İklim Değişikliği Başkanlığı Sayın Melih Fırat AYAZ geliyor büyük alkışlarınızla. Melih Bey hoş geldiniz. Hoş geldiniz. Buyursunlar. Evet sizleri son panelimize başa bırakıyoruz efendim Ali Bey’in moderatörlüğünde sizleri Ali Bey’e emanet ediyorum.
Ali KİNDAP: Evet. İyi akşamlar diyelim. Artık biraz akşam saati oldu. Bugünün son panelinde jeotermal enerjinin özellikle elektrik kullanımındaki, yeri ve önemini ele alacağımız bir paneli beraberce yürüteceğiz. Tabii öncesinde özellikle bu son zamanların en güzel jeotermal adına düzenlenmiş etkinliği için özellikle Ömer Bey’e ve aynı zamanda JEMYAD’ın organizasyon komitesine teşekkürlerimi borç biliyorum. İnşallah bunun düzenli bir şekilde bu etkinliklerin artarak ve daha da geniş katılımlı bir şekilde önümüzdeki senede devam etmesini hatta bir marka etkinlik haline dönüşmesini diliyorum. Şimdi tabii gün içerisinde jeotermalin farklı alanlarındaki uygulamalarını, faydalarını görüştük. Çok değerli, birbirinden değerli katılımcılarımız bu anlamda Jeotermal Enerjinin kullanımı ile ilgili güzel örnekler verdiler. Dünyada ve ülkemizdeki bu örnekleri paylaştılar. Ve bundan sonrasında da özellikle ülkemizin yapması gereken, önüne koyması gereken hedefler konusunu görüştük. Tabii biz diğer taraftan gün içerisinde de hem Sabah Cumhurbaşkanı Yardımcımızın bahsetmiş olduğu daha sonra özellikle Mehmet Bey’in üzerinde vurguladığı Jeotermalin elektrik kullanımındaki vermiş olduğu rakamlar, paylaştığı rakamları falan görünce son yıllarda biliyorsunuz jeotermal önemli bir ivme, önemli bir başarı elde etti özellikle ülkemizde ve 2010 ile 2020 yılları arasında Türk mucizesi iktisadında öyle bir dünyada marka haline geldik. Hakikaten o yıllar arasında ciddi bir yatırım dönemi geçirdik ve bugün bahsi edilen 1700 MW’ın üzerindeki kurulu gücümüze özellikle 2010’ile 2020 yılı arasındaki yatırımcılarımızın yoğun yatırım döneminden sonra ulaşmış bulunuyoruz. Tabii bu dönem içerisindeki bu hızlı gelişim dediğim gibi dünyada da mucize ve mucize diye adlandırılan bu gelişimin sonrasında ülkemiz olarak çok önemli kazançlar elde ettik. Bunlardan önemlisi özellikle aramacılık, sondaj, santral ekipmanları, malzeme ve ekipmanlardaki gelişimler, imalattaki payın işte bugün söylendiği gibi %55’lere, %60’lara kadar çıkması, daha sonra santral inşaatındaki yetiştirdiğimiz yöntemler, sonra bunları işletmedeki kabiliyetlerimiz bizi dünyada önemli bir marka haline getirdi. Bugün birçok firmamız, şirketimiz uluslararası arenada işi başından sonuna kadar götürebilecek, bunu bir anahtar teslimi şekilde hizmete dönüştürebilecek bir kabiliyete ulaştı ve bunun karşılığında da bugün dünyanın değişik coğrafyalarında bunu bir şekilde sergiliyorlar. Bugün Avrupa coğrafyasından Afrika coğrafyasına, oradan uzak Uzakdoğu’daki bazı ülkelere kadar farklı firmalarımız bu anlamda jeotermal anlamdaki gelişmeleri veya işte kabiliyetlerini orada üretime dönüştürmeye çalışıyor. Buradaki gelişimlerin tabii önceliğinde ben başlangıcın tabii MTA tarafından yapılan keşiflerin çok önemli olduğunu paylaşmak istiyorum. Özellikle 70’li, 80’li, 90’lı yıllarda belki 70-80 daha ağırlıklı yıllarda MTA’nın değişik sahalarda özellikle doğal çıkışların olduğu, bu biraz önce bahsedilen kaplıca bölgelerindeki birtakım aramacılık yaptığı aramacı çalışmalarla yapmış olduğu keşifler bizim elektrik enerjisi üretimi noktasındaki önümüzü açtı. Daha sonra bunun getirmiş olduğu mevzuat düzenlemeleri, mevzuatın ortaya çıkması, yasanın çıkılması, teşvik yasası biliyorsunuz yekdem, cojeot, yasa derken alanların da sektöre açılmasıyla o zamanki sektörün buna ilgisi ve günümüzde günün sonunda bu büyük gelişmeyi ve aşamayı bize kat ettirdi ve 2020’ye kadar hakikaten önemli bir hikâye yazdık. Tabii bu hikâyenin devamını getirmek lazım. Bunu getirebilmek için de hem elektrik hem keşiflerimize devam etmemiz hem elektrik üretimi noktasındaki yatırımlarımızı sürdürmemiz hem de bunun çok güzel biraz sonra panelist arkadaşlarımız, birbirinden değerli arkadaşlarımız bahsedecektir. Entegre kullanımından bahsedecekler. Entegre kullanımıyla jeotermalin Türkiye’deki kullanımını ve etkisini artırmamız gerekiyor. İki gün önce külliyedeydim. Cumhurbaşkanımızın toplu açılışında kendisinin de ifade ettiği gibi 2035 senesine 4.000 MW’lık bir hedef koydu. Yani jeotermalde kapasitemizin 4.000 MW’a çıkarılması ve bununla ilgili enerji bakanımıza bununla ilgili çalışmanın yapılmasıyla ilgili. Dolayısıyla önümüzde ulaşılması gereken önemli bir hedef var. Aynı zamanda benim burada ayrıca bahsetmek istediğim sadece doğal kaynaklara dayalı olmayan bugün gelişmiş gün içerisinde bahsedildi ama çok değinilmedi. Özellikle ileri teknoloji veya gelişmiş dediğimiz gelişmiş jeotermal kaynakların veya jeotermal tekniklerinin geliştirilmesi, bu teknolojilerin üretilmesi ve bu kaynaklara ulaşılmasıyla ilgili de ülke olarak bazı çalışmaları yapmamız lazım. Bu alanda da özellikle AR-GE çalışmaları, bu alanda teknoloji üretme çalışmalarının başka bir destek ve mevzuat çerçevesinde bir şekilde yürütülmesi lazım. Bu ayrı bir konu, derin bir konu. Buradaki vakit kısıtlığı sebebiyle çok fazla değinmek istemiyorum ama bugün birçok üniversitemizin yapmış olduğu, birçok hocamızın yapmış olduğu çalışmalardan da şunu anlıyoruz ki özellikle Türkiye’nin geneli büyük ölçüde Orta Anadolu bu bizim kuru kayaç dediğimiz veya gelişmiş jeotermal tekniklerle on binlerce Megawat büyüklüğe ulaşabileceğimiz bir kapasitenin, bir potansiyelin olduğunu gösteriyor. Yani burada da çok önemli bir gelişim alanı var. Yani artı bunun üzerine bir de şeyi bahsetmek istiyorum. Son zamanlarda enerji hizmet verelerinde bahsedilen bugün de Avrupa’nın gündeminde çok olan işte jeotermale dayalı ısı pompaları konusu da bence birçok konuda özellikle ısıtmacılık konusu, ısıtma ve soğutma endüstriyel bu sera ısıtmalarında falan ayrıca kullanılabilecek tek şeylerden bir tanesi, alanlardan bir tanesi. Bu alanın da geliştirilmesi gerekir diye düşünüyorum. Ben sözlerimi bu şekilde bir başlangıç yaparak toparlamak istedim. Ve arkasından sektörümüzün değerli oyuncularından özellikle SANKO burada Hüsnü Bey kendileri SANKO Enerji olarak son zamanlarda özellikle Salihli bölgesindeki yapmış oldukları yatırımlarla, enerji yatırımlarıyla ön plana çıktılar ve orada büyük bir keşfe de imza attılar. Burada belki basından bir şekilde paylaşıldı. Haberdar oldunuz veya olmayanlar için çok önemli bir keşfi yaptılar ve Türkiye’de bugün rekor denilebilecek, dünyada da rekor sayılabilecek bir jeotermal keşfini gerçekleştirmiş durumdalar. Dolayısıyla bu da başka bir önümüzde çığır açıyor. Yani biz yüksek sıcaklıklı sahalara sahibiz diyorduk ama çok yüksek sıcaklıklı sahaları da bir şekilde keşfini de yapmış olduk. Onu da ayrıca bahsedersiniz. Siz bugün için buraya kadar gelirken SANKO olarak geçmiş zamanda bu yatırımlarınızı jeotermale güveni nasıl oluştu? Jeotermale nasıl girdiniz? Jeotermaldeki hedefleriniz nasıl ve jeotermalde geleceği, Türkiye’nin geleceğini nerede görüyorsunuz? Bu konuda bize şirket politikanızı ve tecrübenizi paylaşırsanız çok memnun oluruz.
Hüsnü DÖKMECİ: Teşekkür ederim, sağ olun Ali Bey. Şimdi isterseniz önce bahsettiğiniz şeyle başlayayım. Keşfimizle başlayalım. Biz geçen ay Salihli’deki ruhsat sahamızın içinde Türkiye’nin en sıcak içinde akışkan olan kuyusunu bulduk. 308 dereceyle 3300 metrede bulunan sıcaklığı yok. Kuyu dibi sıcaklığı. Kuyu dibi sıcaklığı değil mi? Evet. Kuyu dibi sıcaklığı sıcaklığını söyle. Tamam. Ama separatöre girmeden kuyu ağzındaki sıcaklığın da çok farklı olacağını zannetmiyorum. O da 308 olacaktır. Fena değil. Evet, sondajlarımız devam ediyor orada. Ben müsaade ederseniz şey Ali Bey de söyledi sağ olsun. İlk önce seracılığı konuştuk. Sonra turizmi konuştuk. Ben bir de enerji üretiminin geleceği nasıl bir onu nakletmek isterim. Sevdiğim ve daha önce kullandığım bir sunum var. Onun için bir de baştan bir neye sahip olduğumuzu hatırlamak açısından faydalı olduğunu düşünüyorum. Onu yapmak istiyorum tekrar. Dünyanın sahip olduğu enerji miktarını görüyorsunuz termal enerji olarak burada 10 üzeri 31 joule gibi bir rakam var. Şu anda hiçbir şey ifade etmediğini biliyorum. Buna biraz daha küçük bir rakamla devam etmek istiyorum. Bu da 4 x 10 üzeri 27 J. Bu dünyanın 10 kilometrede sahip olduğu enerjinin miktarı. Biz toplam yılda 6 x 10 üzeri 20 joule tüketiyoruz insanlık olarak şu anda. Bu ne demek? Biz aslında 6 milyon yıl dünyanın yalnızca 10 kilometrelik kabuğunun sahip olduğu enerjiyi kullanabiliriz. Buna neye karşılık geliyor? Peki biz ne yapıyoruz? Bu oturduğumuz yüksek kapasiteli enerjinin üzerinde bunun yalnızca binde88’ini kullanıyoruz. Şimdi kullanılan enerjiye baktığınız vakit bunun %79’u zaten ısıtma ve soğutma amaçlı olarak kullanıyor. Konumuz elektrik üretimi olduğu için ben kısaca elektrik üretiminden bahsetmek istiyorum. Özellikle %21’i de bu çıkan jeotermal sahip olunan jeotermalin %21’i dünyada elektrik üretmek için kullanılıyor. Fakat bu kullanılan %21 dünyadaki elektrik üretiminin binde biri. Yani aslında o kadar küçük bir alandan bahsediyoruz ki bütün dünya geneline baktığınızda biz bu enerjiyi hiç kullanmıyoruz. Bu konuyla ilgili herkesin bildiği grafiği güncelleyerek paylaştım. Türkiye’miz 4. sırada dünya üzerinde jeotermal enerji üretimi açısından. Şimdi demin Ali Bey de bahsetti bugün konvansiyonel olarak pointerı var mı bunun? Neyse şey değil sorun değil. İlk karede gördüğünüz ya da ilk çizimde gördüğünüz şeyi yapıyoruz biz jeotermalden enerji üreticileri olarak. Yani bir sıcak su kaynağı, bir akışkan kaynağı buluyoruz. Daha sonra bunun içindeki termal enerjiyi aldıktan sonra geriye basıyoruz ve bu devri daim olarak yıllarca sürmesini bekliyoruz bunun. Fakat şu anda özellikle kızgın kuru kaya ve EGS Enhanced Geothermal Systems’te kırıkların olduğu yerde aşağıda kırıkların olduğu yere iki kuyu açarak bir reenjeksiyon kuyusu bir üretim kuyusu ve teknolojinin de ilerlemesiyle yönlü sondajdaki kabiliyetlerin artması ve maliyetlerin düşmesiyle bu tarz çalışmaların yapılacağını bekliyoruz diyoruz. Bunun bir sonraki aşaması da kapalı çevrim olarak bunun kızgın kuru kaya teknolojisinin yapılması. Yani artık akışkana ihtiyacınız yok, fay hattına ihtiyacınız yok. Demin de söylediğim gibi teknolojinin sağladığı kaynaklarla yatay olarak bu iki tane kuyuyu ki bu 1 ya da 2 kilometre mesafede olması gerektiği durumlar var şu anda. Bu şekilde bir enerji üretimi toprağın içindeki yerin altındaki enerjiyi kullanarak enerji üretebiliyoruz. Bunlar yaklaşık bir 45 ay kadar önce Paris’te bulunan uluslararası enerji önce sırayla pardon Enerji Ajansının yaptığı çalışmaların şeyleri, haritaları. Şimdi bakın ilk 700 metreye baktığınızda ya da ilk 2000 metreye baktığınızda dünya üzerinde fazla bir şey göremiyorsunuz. Fakat biraz daha derine inip dört kilometreye indiğinizde sarılar artıyor. Şu son harita 7.000 metre yani 7 kilometrelik derinlikte dünyanın sahip olduğu enerjiler özellikle Afrika gibi bir ülkede Afrika gibi bir kıtada böyle bir enerji kaynağının ne kadar önemli olduğunu gerçekten hatırlatmaya gerek yok. Şimdi bu grafikte gördüğünüz ikinci sıradaki jeotermalin derinliklere indikçe aldığı yeri göreceğiz. İlk 500 metre ile 3 km arasına baktığımız vakit sahip olunan enerji son derece küçük. Fakat 3 ila 5 kilometreye geldiğimizde yükseliyor doğal olarak. 5 ila 7 kilometrede rüzgâr enerjilerini geçiyor. Onun da üzerine çıktığınız vakit 7-8 kilometreye çıktığınız vakit yaklaşık 600 TW’lık bir enerjiden bahsediyorsunuz. Şimdi jeotermal aslında yalnız Türkiye’de değil dünyada oldukça küçük bir pazar ve petrol pazarını takip ediyor. Tüm gelişmeler petrol pazarında, teknolojileri orada ilerledikten yaklaşık belirli bir süre sonra bir iki sene sonra jeotermal sektörüne de entegre edilmeye çalışılıyor. Artı petrol şirketleri kendi ürünlerini çeşitlendirmek için de jeotermale girmeye başlıyorlar. Bunun sonucu olarak bu en başta söylediğim binde üçlük neden bu kadar az sorusunun cevabı aslında jeotermal enerji yatırımları gerçekten pahalı yatırımlar. Nükleer santrallerden sonra en büyük maliyet jeotermal enerji santrallarında megavat olarak baktığınızda. Fakat beklenti şu 2050 yılına geldiğimiz vakit bugünkü değerlerin 7’de 1îine kadar düşmesi bekleniyor bunlar. Bunu tekrar söylüyorum. Fuel oil ya da petrol sektöründeki gelişmeler ve sondaj teknolojilerinin ilerlemesi sayesinde buna ulaşılacağımız düşünülüyor ve bunun sonucunda peki o sanırım sunumda bir sorun oldu. O binde bir olan değerin, %15’e kadar 2050 yılında çıkması bekleniyor. Tabii bunların hepsi var. Sayısal değerler. Tamam sorun değil. Şimdi böyle bir şeyle karşı karşıyayız. Potansiyelle karşı karşıyayız. Bizim de çalışmalarımız bundan yaklaşık 2008-2009’da SANKO Enerji olarak yine MTA’nın daha önceki, çalışmalarını baz alarak yapılmış. İlk kazdığımız iki tane kuyu başarısız çıkmış. SANKO Enerji o zamanki yönetimi bir düşünmeye başlamış. Biz bu işe devam edeceğiz mi, etmeyeceğiz mi diye. Sonuçta Allah’tan aklı selim birisi çıkmış ve demiş ki bizim burada bir çalışma daha yapmamız lazım. Bir sondaj daha yapalım ve üçüncü sondajımızda bunu oldukça sıcak bir akışkan bulduk. Tabii 308 derece değil ama yani yine Türkiye standartlarına göre oldukça yüksek bir sıcaklıkta bulduk. Daha sonra en son 2019 yılında üçüncü santralımızı da devreye aldık. Şimdi şu ana kadar hep olayın teknik tarafından bahsettik ama olayın bir de stratejik tarafı var. Yani daha önceki konuşmalarda da mutlaka konuşuldu bu. Şu anda Avrupa’nın jeotermale olan ilgisi tamamen Rusya ile olan ilişkilerinin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Jeotermal öyle bir şey ki ne yağmura bağlı? Şimdi koca barajınız var. Yağmur olmadığı vakit enerji üretemiyorsunuz ya da rüzgâr olmadığı vakit üretemiyorsunuz. Hava güneşli oluyor. Ne bileyim karga ceviz atıyor. Enerji üretemiyorsunuz. Jeotermal öyle bir şey değil. 7/24 baz yükü olarak kullanabileceğiniz sürekli çalışan bir santralden bahsediyoruz burada. Tabii bu çok önemli bir şey. SANKO Enerji olarak biz de jeotermal üzerine ilerliyoruz. Şu anda yapacağımız yatırımların hepsi jeotermalle ilgili olacak önümüzdeki seneler içinde. Bunu açık bir şekilde söyleyebilirim. Bunu duymak güzel bir şey. Çünkü, şöyle baktığımız zaman enerji piyasasına, enerji piyasasının tabii enerji piyasası Türkiye için çok yeni ve buradaki oyuncular da yeni oyuncular ve gittikçe farklı sektörlerin oyuncuları enerjiye girdi ve enerjide kendileri yeni bir oyuncu hüviyetine kavuştu ve gittikçe de hem profesyonelleşiyorlar hem tecrübe kazanıyorlar hem de daha kurumsal hale geliyorlar. Dolayısıyla bu bizim için çok önemli. Yani enerji sektöründe oyuncuların kalıcı olması, istikrarlı olması ve uzun vadeli düşünmesi sektör açısından çok önemli. Jeotermale baktığımız zaman jeotermalde de kurumsal yapıdaki firmalarımızın bunu tabii elektrik santral yatırımcılar için söylüyorum olması çok önemli. Çünkü yani jeotermal yatırımlar çok uzun vadeli, uzun süreli yatırımlar. Bugünkü yatırım kararı aldığınızda veya bu işle ilgili bir hani girişim yaptığınızda onlarca sene veya yıllarca bu konuya emek vermeniz ve oradaki kadrolarınızı, oradaki isteğinizi devam ettirmeniz lazım. Yani uzun vadeli bakmanız lazım. Uzun vadeli planlar yapabilen şirketlerin bu sektöre giriyor olması lazım. Biz tabii dernekler olarak özellikle jeotermalde bu tür enerji yani kurumsal enerji firmalarımızın jeotermalle girmesini, jeotermalde yer almasını sadece yenilenebilirin diğer işte güneş gibi, rüzgâr gibi tabii onlar da bizim için çok önemli enerji kaynakları. Orada var olması çok önemli ama onun yanı sıra jeotermalde de bir şekilde var olmasını istiyoruz ki sektördeki oyuncu sayısı büyüsün, kurumsal yapıdaki firmalar artsın ve Türkiye’nin jeotermal potansiyelini bir şekilde açığa çıkaralım ve bugün belki konuşamadığımız, dile getiremediğimiz, aklımızdan geçen, kalbimizden geçen oranlara ileride bugün önemli bir öncelikli bir enerji kaynağına dönüştür. Yani ben şahsen öyle inanıyorum. Yani Jeotermal ileride çok daha büyük Türkiye için önemli bir enerji kaynağı noktasına ve önceliğine alacağını düşünüyorum. Bu dediğim teknolojiler ve farklı uygulama yöntemleri geliştirdiğimiz zaman ben burada tabii Mustafa Bey’e şöyle bakanlık yetkisi olarak dönmek istiyorum. İşte gördüğünüz gibi burada güzel bir örnek var. SANKO’nun örneği, SANKO sahaya girmiş bir keşif yapılmamış bir sahada ham bir sahada yatırım yapan bir şirketimiz. Belli bir gücü var arkasında belli bir hacmi var. İki tane kuyu açmış. Bugün nereden baksak belki 3 veya 4 milyon dolar civarında her bir tanesi. Ve onun öncesinde tabii yapılan birtakım harcamalar var. Bunları da olmuş o ilk iki şeyden sondajdan ama ona rağmen, inancını kaybetmemiş. Üçüncüsünde keşfini yapmış ve ondan sonra bugün Türkiye’nin önemli bir sahasının geliştiren, aynı zamanda kullanan bugün Türkiye ekonomisine önemli katkı sağlayan, aynı zamanda bölgenin de birtakım biraz önceki panellerde bahsedildi. Özellikle sosyal anlamda bölgeye de katkı sağlayan, o yaşadığı bölgede bir ısınma projesini de bir şekilde destekleyen bir şirket olarak da bugün karşımızda. Dolayısıyla ben şeyi sormak istiyorum. Yani gördüğünüz gibi jeotermal yatırımlar belli bir riski olan, yatırım maliyetleri yüksek, kurumsal yatırımcıların bir şekilde sineye çekilmesi gereken bir alan. Önemli bir alan ve yatırımlar da uzun sürede. Bugün yani belki 10 sene yatırım dönemini göze alsanız yani şaşırtıcı olmaz. Yani bir iki sene içerisinde ben yatırıma başlarım. Buna niyet ettim gibisinden bir yatırım bölgesinde alanında yaşamıyoruz. Biz en azından bir 10 senelik bir yatırım dönemini göze almamız lazım ki bir yatırımcının ondan sonra o sahada eğer bir potansiyel varsa ortaya çıkarabilsin. Tabii bizim için bu da çok önemli. Öngörülebilirlik. Yani sektörün en önemli aradığı şey öngörülebilirlik. Uzun vadeli planlar, destekler. Ya bunları biz çok önemsiyoruz. Dolayısıyla bakanlığımızın bu konuda tabii sizin dilinizden hem bugüne kadar yaptığımız bu anlamda sektörü destekleme adına ve bundan sonra sektörü nasıl bu anlamda destekleyeceğinizle ilgili bize bakanlığın duruşunu ifade ederseniz çok sevinirim.
Mustafa ÇALIŞKAN: Peki teşekkür ederim. Müsaade ederseniz bir sunumum var. Öncelikle teşekkür ediyorum tüm katılımcılara. JEMYAD’ı, Sayın Başkanı bu organizasyonu gerçekleştirdiğiniz için gerçekten güzel bir etkinlik oluyor bugün. Ben sizlere aslında Sayın Başkanın yönelttiği soruyu da içerecek şekilde bir cevaplarım mutlaka var. Sunum içerisinde onu da cevaplandıracağım. Kısaca ben aslında Türkiye’nin enerji görünümünü, yenilebilir enerjinin nereden nereye geldiğini içeren kısa bir sunumum var. Şimdi Türkiye gelişen büyüyen bir ülke. Ulaştırma, elektrik üretimi, binaların ısıtılması, soğutulması, ulaştırma her alanda ciddi anlamda bir enerji tüketen bir ülkeyiz. Yaklaşık 158.4 milyon ton eşer petrollük bir enerji tüketmişiz. Bunun % 7.8’lik kısmı jeotermal kaynaklara ait. Peki ne yapmışız biz bu jeotermal kaynaklarını elde ettiğimiz, arz ettiğimiz enerjiyi % 6.2’li kısmıyla elektrik enerjisi üretmişiz, ısıtılmasında kullanmışız. 311’ini ticaret ve hizmetler sektöründe,70’lik kısmını da tarım ve hayvancılık sektöründe üretmişiz. Peki biz ne bekliyoruz? Bugün 158.4 milyon TEP olan değerin 2035 yılına geldiğimiz zaman 205.3 milyon TEP’e geleceğimizi öngörüyoruz. İşte büyüyoruz, gelişiyoruz. Elektrifikasyon hayatımızın her alanında yer almaya başlıyor vesaire. Peki birincil enerji arzı içerisinde yerli kaynakların payı %31. Yani yaklaşık %70’lik kısmını biz enerjinin faturasını dışarıya ödüyoruz. Geçen sene 2024 yılında 65.6 milyar dolarlık bir enerji faturası ödemiş durumdayız. Yenilebilirin payı da %18.11 olarak kalmış. Amacımız ne? Politikalarımız yerli kaynakların oranını 31’den 59’a, yenilebilirin payını da %18.11’den %23.70’lik bir değere çıkarmak. Tabii bir eş zamanlı olarak biz bu enerjiyi tüketiyoruz. Tüketirken de sera gaz emisyonlarında eş zamanlı olarak artıyor. Bugün 2023 yılındaki sera gazı emisyonlarının %72 598 milyon ton eşdeğer karbondioksit eş değeri olarak ortaya çıktı. Bunun yaklaşık %73’lük kısmı enerji sektöründen kaynaklanmış. Yani biz bir taraftan enerji tüketimimiz artıyor. Bir tarafından da enerji kaynaklı emisyonlarımız artıyor. Peki çözüm ne? Çözüm bir taraftan da gün içerisinde bahsedildi. Türkiye sera gazı emisyonlarını azaltmak için iklim değişikliğiyle ciddi anlamda mücadele etmeye başladı, ediyor. E bu anlamda Paris Anlaşması’nın tarafı olduğu 2053 yılında net sıfır emisyon hedefini açıkladık. Bu kapsamda Birleşmiş Milletlere NDC dediğimiz ulusal katkı niyet beyanını söyledik. Burada da bir işte bolt yazdığımız şeyler var. Enerji verimli ve yeni bir enerji potansiyelini mümkün olabildiğince yüksek oranlarda ve makul şartlarda değerlendirmek. Birincil enerji tüketimindeki yenilebilir enerji kaynaklarının payını da 2030’a kadar %20.4’e çıkarmayı taahhütte bulunduk. Tabii bir taraftan yine gün içerisinde bahsedildi. Hızlı geçeceğim. İşte Avrupa Birliği’nin 2026’da itibaren SKDM mekanizmasını uygulamaya koyacağını biliyoruz. Bunu 2027’ye ötelediler. Belki bir revizyon daha gerekecek ama bundan kaçış yok gibi görünüyor. İhracatımızın %40’tan fazlasını Avrupa Birliği’ne gerçekleştiren işte başta çimento, enerji, demir çelik, alüminyum, gübre sanayiimizin bu mekanizmadan etkileneceği açık. Tüm bunlar aslında bize şunu söylüyor. Olabildiğince yenilebilir enerji kaynaklarımızı uygun şartlarda ve makul fiyatlarla değerlendir. Türkiye’nin enerji politikaları dediğimiz gibi işte bir beka sorunu olarak bahsedildi gün içerisinde. Evet, öyledir. Enerjide dışa bağımlılığı azaltmak bizim birinci önceliğimiz olmalı. Her sene az önce söyledim 6065 milyar dolar civarında bir enerji faturası karşımıza çıkıyor. Bunu azaltmak, 2053 net0 emisyon hedeflerine ulaşmak. Tabii bunu yapabilmek için de bir sürü argümanlarımız var. İşte enerji verimliliği, karbon piyasalarının oluşturulması, işte nükleer enerji gibi, dijitalleşme, piyasa reformları gibi farklı farklı unsurlar da kullanmamız gerekecek. Tabii bu kapsamda bakanlığımız tarafından ulusal enerji planı açıklandı. Stratejik planımız var ama en önemlisi bence son sütun Azerbaycan’da gerçekleşen COP-29’da Türkiye Cumhuriyeti olarak açıkladığımız aslında bir hedefimiz var. Orada da deniyor ki 2035 yılına geldiğimiz zaman rüzgâr ve güneşin payı en az 120 GW olacak. Yani şebekede 120 GW’lık bir kapasite kurulması öngörülüyor. Bu aslında ciddi bir hedef. Başarılması bence zor bir hedef. Neden? Bu hedefe ulaşırsınız ama bu büyüklükteki rüzgâr ve güneş santrallerini işletmek, şebekeyle bunu entegre etmek, kesintili enerji kaynakları olması açısından bu kaynakların dengelenmesi, yönetilmesi ciddi sıkıntılar yaratabilecek. Tabii bu aşamada rüzgâr ve güneşin öncülüğünde bu olurken jeotermal gibi baz yük santrallerinde bir abi olarak bu kaynaklara destek vermesi gerekiyor. Onun da eş zamanlı olarak artması bekliyoruz. Tabii sadece jeotermal baz yük santrallerin değil benzer şekilde batarya teknolojilerinin rüzgâr ve güneşe entegre bir şekilde çalıştırılması yine elektrizler aracılığıyla hidrojen üretilmesi, pompaj depolamalı hidroelektrik santrallerinde önümüzdeki yıllarda şebeke entegrasyonunu bekliyoruz ki bu olmazsa olmazlarımız. Çünkü dediğim gibi şebekenin düzgün bir şekilde, dengeli bir şekilde çalıştırılması önem arz ediyor. Aksi halde İspanya ve Portekiz’in yaşadığını yaşamak durumunda kalabiliriz. Tabii bu yatırımlar yapılırken eş zamanlı olarak da bizim şebeke şebekemizi de geliştirmemiz lazım. İletim ve dağıtım şebekesinde yatırımlar yapmamız gerekiyor. Yaklaşık 28 milyar dolarlık bir yatırımdan bahsediliyor bu anlamda. İşte toplam alternatif akım iletim hattı uzunluğunu 77.000 kilometreden 90.000 kilometrenin üzerine çıkarılması, yüksek voltaj doğru akım teknolojilerine dayalı iletim şebekesinin kurulması, trafo merkezlerinin artırılması, komşu ülkelerimizde ihracat ve ithalat kapasitelerinin artırılması da bizim bu hedeflere ulaşmamıza katkı sağlayacak. Peki bugün nedir durum? Bugün yaklaşık Mart 2025 tarihi itibariyle 118 GW’lık bir kapasiteye eriştik. Bunun yaklaşık %60,4’ü yenilenebir enerji kaynaklarına dayalı tesislerin kurulu gücünden geliyor. Tabii uygulanan özellikle YEK kanununda diye tabir ettiğimiz kanunun çıktıktan sonra yenilenebilirin artış payında ciddi bir artış burada görüyoruz. Elektrik üretimde de keza öyle. Yenilebilirin payı %40’larda. 2024 son geçen sene % ilk 5 olarak gerçekleşmişti ama Mart ayında ilk 3 ay içerisinde üretim de böyleydi. Tabii Türkiye’nin son yıllarda elektrik talebinde de ciddi gelişmeler yaşanıyor. Yaklaşık 348 TW saatlik 2024 yılı sonu itibariyle bir elektrik talebi olmuş. Bunun işte 2035’li yıllara geldiğimizde 510 TW saate gelmesi bekleniyor. Tabii bu talebin karşılanabilmesi için az önce de söyledim yenilebilir enerji kaynaklarına dayalı tesis sayımızı artırmak. Bu tesisleri biz şebekeye bağlantısını gerçekleştirmek istiyoruz. Bu kapsamda YEKDEM diye tanımladığımız hem YEKDEM hem de yerli katkı fiyatından oluşan alım garantileri veriliyor Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti. Öncelikle 2030 Haziran 2021 tarihine kadar işletmeye girmiş santrallere dolar cinsi üzerinden alım yekten fiyatları ve yerli aksam fiyatları uygulandı. Bunların alım süresi 10 yıl. Jeotermal santraller içinde uygulanan fiyat 10,5 dolar cent idi. Tabii Yek kanunu Cumhurbaşkanımıza bir yetki verdi. Bu yetkiye dayanarak Cumhurbaşkanımıza sağdaki turkuaz renkli tabanda gördüğünüz fiyatları açıkladı. Buradaki fiyatlar Türk lirası cinsinden açıklanan alım fiyatlarıydı. Bu fiyatlar da ÜFE, TÜFE, dolar kuru, Euro kuru cinsinden her ay güncelleniyor. Mayıs ayında ki fiyatlar yine ekranda görüyorsunuz. Mesela jeotermal santraller için 408 kuruş. Yaklaşık 10.64 cente karşılık geliyor. Tabii bir de jeotermal santrallerin işte arama riskleri var. Yatırım maliyetleri diğer kaynaklara rüzgara, güneşe göre çok çok daha fazla. Dolayısıyla Cumhurbaşkanımız bu sahadaki YEKDEM revize eklemek ‘Eklem 3’ diye tabir ediyoruz. Bunu ilan ederken jeotermale ayrı bir pozitif ayrımcılık yaptı. Aslında 10 yıl olan alım süresini 15 yıla çıkardılar. Fiyatlar da aşağı yukarı aynı kaldı gibi. Tabii sektör işte az önce Ali Bey de bahsetti işte sürelerin uzunluğu ki bu YEKDEM fiyatları 2030 tarihinin sonuna kadar işletmeye giren tesisler için. İşte 2025’in ortalarındayız. Önümüzde 4-5 yıl var. 4,5 yıl içerisinde işletmeye girerse bir jeotermal elektrik santrali buradaki oluşan fiyatlardan elektrik satabilecekler. Peki bugün YEKDEM’de kaç tane jeotermal santral var? Yaklaşık 66 tane jeotermal santralimiz var. Bunun 51 tanesi YEKDEM’de toplam YEKDEM’de yer alan yenilebilir elektrik santrallerin sayısı 75 adet. 755’in 51’i jeotermal santrallerden oluşuyor. 1214.7 MW’lık bir kapasiteye karşılık geliyor. YEKDEM’de yer alan jeotermal santrallerin gücü. Bugün YEKDEM’de aslında 2011’den 2024 tarihine kadar yaklaşık 67 TW saatlik bir elektrik üretimi gerçekleştirilmiş. Sadece jeotermal santrallerden. Bu santrallere YEKDEM kapsamında 2.8 milyar dolarlık bir ödeme yapılmış. Bu santrallerde kullanılan yerli aksam, yerli olan yerli imal edilmiş aksam için de 350 milyon dolarlık bir ödeme yapılmış. Bu anlamda aslında bugün de konuşuldu. Ciddi anlamda %55’lik hatta 70’lik oranlarda yerli imkanlarla jeotermal santral Türkiye’de kurabiliyorsunuz. Ciddi anlamda bir ekosistem oluştu. Birçok aksam artık yerli imkanlarla yapılabilir hale geldi. Bu sayede aslında ciddi bir tecrübe de kazandı sektör temsilci, sektör yatırımcılarımız. Bu tecrübelerini uluslararası alanlarda da kullanıyorlar. İşte 1734 MW’lık bir santral. 2035 yılında sektör temsilcileri 5.000 MW’a çıkabileceklerini rahatlıkla çıkabileceğini bizlere bildiriyorlar. 2000-2024 yılları arasında jeotermal santrallerden 92 TW saatlik elektrik enerjisi üretilmiş. Yaklaşık son 10 yılda %63 %74 bir kapasite faktörüyle çalışmış bu santraller. Tüm üretimin 5800 TW saat civarında. Tabii bugün yine konuşuldu. Ciddi anlamda bir potansiyelimiz var. Bunu artık kimse inkâr etmiyor. Görünür ısı miktarının 40.000 MW termalden büyük olduğunu öngörüyoruz. Bugün bunun işte %10’luk 15’lik kısmını elektrik enerjisinin üretiminde kullansanız 4000 5500 5.000 MW’lık bir santral demek. Bu kızgın kuru kaya potansiyeli hariç. Bir de bu kızgın kuru kaya potansiyelimizi devreye alırsak çok daha yüksek miktarlarda jeotermal santralleri kurabilecek durumdayız. Tabii eş zamanlı olarak bakanlığımız aslında jeotermal kaynaklardan elektrik üretimine ilaveten bu kaynakların ısı amaçlı da kullanılmasını istiyor. Bu anlamda 12. Kalkınma Planında orta vadeli programda işte ısı piyasası mevzuatına ilişkin çalışmaların tamamlanacağı, jeotermal kaynaklı ısıtmaya yoğunlaşılacağı gibi konularda böyle eylem planları yer almış. Bu anlamda bakanlığımız bir taslak çalışma yürütüyor. Sizler de aslında Enerji Verimliliği Çevre Dairesi Başkanlığımız yürütüyor bu çalışmayı. İlgili arkadaşlarla görüşüp tekliflerinizi, önerilerinizi kendileriyle paylaşırsanız yerinde olacak. Şu anda üzerine çalışılan bir konu. Evet diye tanınmadığımız Enerji Verimliliği ve Çevre Dairesi Başkanlığımız tarafından yapılan bir çalışma. 22,5 milyon bir konut olduğunu, bunun 3.8 milyonluk kısmının ısıtma potansiyeli olduğunu, ekonomik olarak da 2,5 milyon konutun ısıtılabileceği değerlendirmişler. Ya aslında özet olarak en altta yazıyor. Yaklaşık 735750 milyon dolarlık bir aslında finansal kaynağın ülkemize kazandırılabileceği yönünde bir tespitleri var. Evet başarılı bir enerji dönüşümü. Yalnızca kamu politikalarıyla değil, yatırımcı, üretici, tüketici, teknoloji sağlayıcılarımız, sivil toplum kuruluşlarımız gibi tüm paydaşların katkılarıyla mümkün olacaktır.
Ali KİNDAP: Ben sizlere teşekkür ediyorum. Bir sorunuz olursa tabii kalın. Mustafa Bey’e sunumları için teşekkür ediyoruz. Cevap verebildin mi? Atladın mı bir şey? Bilmiyorum. Yani gayet ağzınıza sağlık. Peki teşekkür. Türkiye’nin elektrik piyasasının genel görünümünü güzel özetle paylaşmış oldunuz. Onun için de ayrıca yenilebilir enerjiyi ayrıca bir başlık altında aktardınız. Tabii jeotermal konusunda da değindiniz. Jeotermal konusunda ben birkaç bakanlık yetkilimiz de buradayken birkaç hususu eklemek istiyorum. Bildiğiniz gibi son günlerde özellikle bu, yeni gelişmelere göre, jeotermal yasamızın biraz, şu anki yatırımlar için yeterli gelmediği ve bunun yenilenmesiyle ilgili uzun zamandır, dernekler olarak bir, şey içerisindeyiz, çaba içerisindeyiz. Ama uzun yıllardır bununla ilgili bir çalışma yapmış olmamıza rağmen son üretmiş olduğumuz bir şekilde oluşturduğumuz şey geçtiğimiz dönemde tekrar ortada şey yapılıp kaldırılıp tekrar yeni bir yasa çalışmasının yapılması gibi bir karar çıktı. Yani orada da zaten sektör olarak birçok farklı düşündüğümüz noktalar olmasına rağmen en azından bu yasanın bir şekilde çıkıyor olması, çıkması, yenilenmesi sektör açısından çok önemli ve aciliyetli. Yani bunun bir şekilde en yakın zamanda çıkması lazım. Sektör olarak böyle bir talebimiz var. Onun dışında çok güzel belirttiniz. Baz yük santral yani jeotermaller yenilebilir enerjiler içerisinde baz santral özelliği taşıyan bir özelliği var. Bu açıdan çok önemli. Ve enerjideki özellikle dengenin uz korunması açısında, şebeke dengesi açısından çok önemli bir faktörü var ve bunun bazen şöyle hatta bugün de işte konuşuldu bir şekilde. Yani genelde jeotermal pahalı bir yatırım diye nitelendiriliyor. Ben biraz riskli bir yatırımı daha öncelikli görüyorum. Pahalı bir yatırım aslında yenilenebilir enerji kaynakları içerisinde çok pahalı bir yatırım değil. Şöyle ki tabii ilk yatırım bedeli yüksek ama kapasite faktörünü düşündüğünüz zaman bir rüzgâr ve güneşe göre güneşe göre nereden baksanız 3 katı üzerinde rüzgâra göre en az iki katı üzerinde bir kapasite faktörü var. Onların kapasite faktörünün yatırım bedelini eklediğiniz ve bunun dışında bir de şebeke güvenliği açısından, şebeke dengesi açısından yarın yapılacak batarya depolama maliyetlerini de bunun üzerine eklediğiniz zaman baktığınızda bir model yapsanız fiyatlar öyle şey değil. Çok farklı değil. Yani bugün ülke ekonomisi açısından hani benzer bir yani bunun bedeli açısından baktığınız zaman aslında bedeli o kadar yüksek değil. Benzer bedelde ben sadece riski yüksek. Eğer bir şekilde yaptığınız yatırımın karşılığını alamazsanız veya işte burada tam göremezseniz o zaman o risk faktörü sizin arama riski o sizin şeyinizi etkiliyor. Buradaki diğer yeni bir enerji kaynaklarıyla karşılaştırdığınızdaki külfeti veya ülke bedelini etkiliyor. Onun dışında ben çok pahalı olduğunu o anlamda pahalı olduğunu değil riskli olduğunu daha çok önceliklendirmek istiyorum. Diğer konu bir de YEKDEM’den bahsetmek istiyorum. YEKDEM konusu tabloda da verdiniz. 2030 senesine kadar geçerli. Şu an 2025’in ortalarına doğru geliyoruz. Bir yatırımcı burada yatırımcılarımız da var. Hep bütün yatırımcılar bilir. Şu an eğer başladığınız bir projeniz yoksa başladığınız en azından arama noktasında yürüttüğünüz veya belli bir seviyeye geldiğiniz bir şey yoksa yani bir projeniz yoksa 2030 senesi çok yakın. Yeni bir projeye başlamak için artık zaman geçiyor. Yani biz bunu bakanlıkta çok defa dile getiriyoruz. Yani bizi diğer yenilebilir enerji kaynaklarına benzer aynı kategoriye sokmayın. 10 senelik zamanlar içerisinde bize süre veremeyin. Bizim en azından bir 20 senemiz olması lazım. Yani bir yatırımcının bu alana girebilmesi için önündeki sürenin biraz önce de bahsettiğim sözün başında öngörülebilir bir sektör haline gelmesi lazım. Öngörülebildiğin en önemli şeylerden bir tanesi şartlarından bu sektörde özellikle YEKDEM’deki bu faydalanan şey süresinin yani tamam faydalanma süresi 15 sene çıktı. Güzel bakanlığımızın vermiş olduğu güzel bir şey teşvik ama onun ötesinde yatırımları başlatabilme anlamında YEKDEM süresinin bir şekilde en azından 15-20 sene onun da o şekilde uzatılması lazım. Biz bakanlıktan talebimiz 2030 yerine şu an bugün itibariyle en az 2040’ın bugün dile getirilmesi lazım ki veya düzenlenmesi lazım ki o şu an devam eden yatırımlar devam eden veya yatırımı düşünen yatırımcıların işlerine bir şekilde devam edebilmesi için bu şekilde eklemelerle sonlandırmak istiyorum. Şimdi gelelim diğer konuğumuza. Buyurun. Bir konumuz daha var bizim aslında. Onu da belki göz önüne almakta fayda var. Tabii petrol son derece önemli. Şu anda bütün kuleler petrol için kullanılıyor. Yani bugün başlasanız o kuyuları kazacak kule yok elinizde. Bulamıyorsunuz. Hepsi devletin kontrolünde TPA ile beraber kulede olduğu için bir de öyle bir gerçek var. Yani bugün başlasanız aynı anda kazabileceğiniz kuyu adedi son derece kısıtlıdır. Evet. Bir de bu sektörler arası dengesizlik aslında Hüsnü Bey çok güzel bir noktaya değindi. Şu an o dengesizliğin en uç noktasını yaşıyoruz. Biz bir zamanlar petrol aramacılığı yapılmadığı zaman, petrolün pek gözde olmadığı zamanlar 2010 ile 2020 yıl senesi arasında bütün sondaj alanındaki sektörü biz destekledik. Biz besledik ve o şu anki kuleler, kule teknolojileri, oradaki çalışanlar hepsi jeotermalin sağlamış olduğu imkanlar sayesinde yeşerdi ve gelişti. Fakat sonra tabii petrol, ülkemizin petrolle ilgili politikası değişip oradaki yatırımları çoğaltmasıyla beraber oradaki hazır sistem bizim geliştiğimiz, bizim geliştirdiğimiz sistem ve bütün ekip, ekipman ve çalışanlar şu an TPAO’ya kaymış durumda ve daha fazlası da gidiyor. Ve bunun da önümüzdeki zamanda uzun yıllar bu yatırımın devam edeceğini düşünüyoruz. Öyle bekliyoruz. Şu anki planlar da o şekilde. Bu da şöyle bir sektöre bir dengesizlik getiriyor. Yani petrol sektörü bizim sektörümüze göre daha bir üst lig. Oradaki giderler ve her türlü maliyetler çok da daha doğrusu fiyatlar çok yüksek. O fiyatların yüksekliğinde biz onlara rekabet edemiyoruz. Yani onlara çalışan kesim hem çalışanlar olsun hem ekipmanlar olsun hem bu konuda çalışan her türlü tedarik zincirindeki bütün oyuncular olsun petrol sektörü canlı olduğu zaman bütün şeyini oraya veriyor desteğini ve orada çalışmak istiyor. Dolayısıyla bizim bu tarafta çalışan kalmıyor. Şu an sektör biraz yavaş gidiyor yatırımlar noktasında. Yarın yatırımlarımızı arttırmaya çalıştığımız zaman bu alanda önemli bir insan kaynağı özellikle sonda tarafında hem ekipman eksikliğini hem de insan kaynağı eksiliğini çok fazlasıyla çekeceğiz ve bundan dolayı da biz o tarafa doğru yatırımlarımızı bu sebepten dolayı devam ettiremeyeceğiz. Bu konuda bakanlıkta son zamanlar çok konuştuğumuz, dile getirdiğimiz bir şey ama bu konuda nasıl bir düzenleme yapılır, nasıl bize bir destek sağlanır? O konuda bir fikir ve şey üretmek lazım. Sürenin de hızla ilerlediğini görerek ben son konuğumuza dönmek istiyorum. Zaten birer soruyla devam ettik. Ondan sonra soru cevap faslına geçeceğiz. Tabii sabah şeylerde seanslarda çok güzel oturumlarda dinledik. Özellikle Mehrali Bey’in başkanlığınızın bu konudaki şu anki hedeflerini, yapılanmasını ve bu konudaki çalışmalarını çok güzel dile getirdi. Biz bunu biraz da jeotermal özelinde dinlemek isteriz sizden ama onun ötesinde şöyle de bir gerçek var. Bu tabii bugünkü oturumumuzun da bir parçasıydı. Biz temiz bir enerjiyiz. Jeotermal olarak ama temiz enerji demek her şey düzgün doğru yapıldığı anlamına gelmiyor. Şey bunu özellikle uygulama noktasında doğru teknolojiler ve doğru uygulamaları yapmakla yükümlüyüz. Bunu yaptığımız sürece de bir sorun çıkmıyor. Ama diğer taraftan sahadan sahaya değişmekle beraber bazı sahalarımız için emisyon gerçeğimiz de var. Yani sıvı atık, katı atık üretmiyoruz reenjeksiyon yaptığımız için. Ama belli sahalarımızda özellikle bir emisyon sorumuz. Emisyonumuzun da %99’unu karbondioksit oluşturuyor ve karbondioksitte de önümüzdeki dönemde bir piyasa oluşuyor. Birtakım işte iklim değişikliği ilgili bazı şeyler var, mevzuatlar var, gelişmeler var. Ve biz de yenilebilir enerji kaynağı olmamıza rağmen bu emisyondan dolayı özellikle sağ ülkemizin belli bölgesindeki sahaların özelliğinden kaynaklı böyle bir emisyon gerçeğiyle karşı karşıyayız. Tabii sektör bunu çözmeye çalışıyor. Yani özellikle enjeksiyon yaparak çözme noktaları var. Bununla ilgili sektör oyuncuları içerisinde ciddi son yıllarda çalışmalar yapıldı. Hatta Avrupa Birliği destekli yapılan çalışmalar ve alınan güzel neticeler var. Bu bize şöyle bir fayda. Biz tabii yerin altındaki her türlü kütleyi koruduğumuz sürece sürdürülebilirliği sağlıyoruz. Yani sıvı kısmı suyun bir şekilde aldığımız suyun sıcaklığını faydalandıktan sonra geri enjekte ettiğimizde ve o su dengesini yer altında koruduğumuz sürece o enerjiyi tekrar tekrar alıp hiçbir şekilde bir deşarja müsaade etmeden onu koruduğumuz sürece sürdürülebilir ve yenilenebilir. Sonsuz enerji kaynağı şekline dönüştürüyoruz. Tabii burada şu an sektörün özellikle elektrik üretiminde ve diğer kullanımlarda da var. Özellikle gaz noktası NCG dediğimiz ve bunun da %99 karbondioksit olan gazı biz geri basmıyoruz. Bunu atmosfere blöf ediyoruz. Ve zaman içerisinde sahalarımızda bunun iki tane sorunu var. Bize yarattığı sorun var. Bir tanesi kaynakların bu kütle yani kaynak noktasındaki kütlenin azalımından dolayı kütlenin azalımı tabii buradaki sürdürülebilirliğin bir şeyi oluşuyor. Orada bir zafiyet oluşuyor. Bu bir etken. Ve bizim üretimlerimizi ilerideki kuyular o üretim gücünü düşüren bir etken. İkincisi de tabii bu yeni gelişmelerle karbondioksit salınımının getirmiş olduğu bazı sektörleri oluşturacağı yükümlülükler. Tabii yurt dışında şöyle şeyler oluyor. Mesela aşık kes konusu oldu. Bugün İzlanda ve İtalya örneği var. Yani bu çevre mevzuatı açısından bertarafı veya işte bir şekilde tutulması veya işte arıtılması gibi durumlar. Çevre mevzuatı bunu gerektirince o ülkelerde şöyle bir reaksiyon görüyoruz. Ülkede yatırımcıyı hemen hızlıca bunu bir şekilde çöz, bunun teknolojisini geliştir, hemen uygulamasını yap, bunu bir şekilde çöz gibi bir yaklaşım yerine bunu beraberce kamuya özel nasıl çözeriz, bertaraf ederiz, bunu nasıl kurtarırız? Bununla ilgili maliyetleri nasıl beraber üstleniriz? Hem teknolojiyi nasıl geliştiririz hem de maliyetleri nasıl üstleniriz diye bir yaklaşım var. Bizde şu son zamanlarda mesela aşıkta böyle bir yaklaşım maalesef tam bu şekilde değil. Özellikle sektörün çözmesi yönünde. Karbondioksite geliyorum. Şimdi karbondioksit olayı sonuçta elimizde bir mevzu ve bunun dediğim gibi iki tane bize bir dezavantajı var sektör olarak. Hem rezervdeki gücümüzün takatinin korunması noktasında bir de bu emisyon noktasında bunun ileriki dönemde çözümüyle ilgili başkanlığınız olarak nasıl bir çözüm düşünüyoruz? Bu özellikle emisyon ticareti sistemini kurulduktan sonra buradan oluşacak fonların belki sektöre kullandırılması gibi yani bunun çözümü noktasında sektöre kullandırılması gibi politikalarınız olacak mı? bunlar bizim için sektör açısından duymak istediğimiz konular. Çünkü, özellikle birçok sahada farklı her sahanın kendine özgü bir durumu olsa da bu dediğim Avrupa Birliği destekli projelerde olsun, sektörün oyuncularının kendi yaptığı işler, uygulamalar da olsun karbondioksiti başarılı bir şekilde enjeksiyonunu başardılar. Bunun ekipmanlarla ilgili gelişimlerini sağladılar. Bir AR-GE projesi olarak, prototip olarak yaptılar. Ama bunu büyük ölçekte yapmanın bazı maliyetleri var. Sektör o maliyetlerin tabii şu anki durumda o yatırımları yapması, o maliyetleri karşılaması zor olduğundan o yatırımlara girişmedi. Belki bu yeni gelişmeler sektörün bu anlamda önünü açabilecek mi? Bu konularda sizi dinlemek isteriz.
Melih Fırat AYAZ: Çok teşekkür ederim. Öncelikle bizi ağırladığı için JEMYAD’a burada çok teşekkür ederim. Ayrıca bu güzel etkinliğin düzenlenmesinde emeği geçen bütün arkadaşlarımıza teşekkürlerimi sunuyorum. E tabii etkinliğin son panelin son konuşmacısı olmak biraz dezavantajlı. Ben de hangi meselelere odaklansam tekrara düşmesem diye düşünüyordum. Çok güzel bir yerden gerçekten girdiniz. Öncelikle şundan bahsedeyim. Tabii ki de jeotermal enerji, düşük emisyonlu olması, bölgesel kalkınma açısından kritik olması açısından ve ülkemizin gerek ekonomik bağımsızlığın, enerji bağımsızlığının kazanılması noktasında gerekse iklim hedeflerimize ulaşma noktasında stratejik bir konumu bulunmaktadır. Her ne kadar potansiyelimizin büyük bir kısmı ısıtma amaçlı kullanılabilir olsa da elektrik üretme konusunda ciddi bir potansiyelimiz var ve bunun önemli bir kısmı hala ekonomiye kazandırılmamış durumda. Tabii ki biz, bunun özellikle ekonomiye kazandırılması noktasında belirli risklerin özellikle jeotermal, enerjide ortada olduğunu görüyoruz. Burada herhalde kamu tarafına düşen büyük rol buradaki risklerin hafifletilmesi, azaltılması, paylaşılması noktasında çeşitli düzenlemelerin hayata geçirilmesi. İklim Değişikliği Başkanlığı olarak aslında biz biraz bu işin stratejik planlama ve finans mekanizmalarının yaratılması kısmında devreye giriyoruz. Sizin de bahsettiğiniz gibi emisyon ticaret sistemi, ayrıca sabah Mehrali başkanımız bahsettiği yeşil taksonomi aslında bu anlamda geliştirdiğimiz politika araçları. Burada temel derdimiz aslında ulusal finans kaynaklarının doğru ve verimli bir şekilde kullanılmasını sağlamak. Ayrıca ülkeye uluslararası finans kaynaklarını getirmek. Dolayısıyla bu politika araçların temel hedefleri bunlar. Elbette özellikle yeşil taksonomi açısından jeotermal çok avantajlı bir konumda sürdürülebilir, yeşil bir faaliyet olarak tanımlandığı için ve bu anlamda uluslararası yatırım fırsatlarından da yararlanma noktasında ciddi bir avantaja sahip. Burada karbondioksit meselesinden bahsettiniz. Ben aslında oraya bir özel olarak değinmek istiyorum. Biliyorsunuz 2053 için sıfır hedefimizi açıkladık. Emisyonlarımızın önemli bir kısmı karbondioksit. Bunları özellikle enerji kısmını da azaltmak için halihazırda piyasaya da olgun bir şekilde kullanılan teknolojiler mevcut. Dolayısıyla enerji sektöründe önemli azaltımlar sağlayabilecek potansiyelimiz var. Elbette ancak bazı alanlarda zorlanabiliriz. Özellikle endüstriyel proses emisyonları gibi alanlarda emisyon azaltımı noktasında ciddi sıkıntılar çekeceğiz. Özellikle 2040’lı yıllara geldiğimizde belki de e karbondioksit tutma, yakalama, depolama, kullanma teknolojileri çok ciddi ön plana çıkacak. Bunun belki de jeotermal noktasında da kullanımı için belki daha erken birtakım gelişmeler görebiliriz. Elbette buradaki temel sıkıntı, ülkemizin temel sıkıntısı. Bu karbondioksiti tuttuk ancak nerelerde depolayacağız, nerelerde kullanacağız? Özellikle bugünkü sunumlarda karbondioksitin kullanımı noktasında çeşitli örnekler olduğu, çeşitli kullanım alanları olduğundan bahsedildi. Jeotermal enerjide teknik olarak tabii çok detaylarına hâkim değilim. Ancak bunun rejeksiyonu ve işte oradaki basıncın korunması açısından kullanımı ciddi bir aslında bizim için bir alan açıyor. Dolayısıyla biz net sıfır emisyona ulaşmak noktasında karbondioksit yakalama ve kullanma ve depolamaya ihtiyacımız var. Eğer bunu jeotermal enerjiyle bütünleştirebilirsek, o alanlarda kullanabilirsek bu aslında jeotermal yatırımcıları için de yeni bir fırsat alanı oluşturduğunu görmekteyiz. Emisyon ticaret sistemi açısından aslında şu anda çok ciddi bir sıkıntısı yok tabii. Jeotermal enerji yatırımlarının en nihayetinde şu anda bildiğiniz üzere emisyon ticaret sistemi halihazırda kurduğumuz emisyon izleme, değerlendirme ve raporlama sistemi üzerine kurulacak. Türkiye’de yaklaşık emisyonlarımız yarısını oluşturan sanayi ve enerji tabii fosil yakıtlara dayalı enerji tesislerimizi bu MRV sisteminde izleme doğrulama raporlama sisteminde dahil durumda. Şu anda yaklaşık 800 tesisimiz var. Emisyon ticaret sistemimiz ilk etapta bunların üzerinde kurulacak. Buradaki emisyonların izlenmesi ve fiyatlandırılması noktasında ancak ilerleyen süreçlerde tabii ki de bunu bütün ekonomi satına yayma noktasında hedeflerimiz var. Dolayısıyla burada ilk etapta dahil olmayan sektörlere de girilmesi mümkün. Burada özellik bu noktaya da nasılsa ben doğruya değinmek isterim. Emisyon ticaret sisteminde elde edilecek gelirlerin kullanımı noktasında birtakım stratejilerin geliştirilmesi gerekiyor. Biz iklim değişikliği başkanlığı olarak aslında böyle bir finans stratejisi, buradan elde edeceğimiz gelirin nereye kullanılabileceği, hangi alanlarda daha etkili sonuçlar alabileceğimiz noktasında bir finans stratejisi geliştiriyoruz. Bu noktada yeşil taksonomi sürecinde olduğu gibi sektörel paydaşlarımızla iş birliği halindeyiz. Sürekli onlarla toplantı yapıyoruz. Sürekli onların görüşlerini alıyoruz. Dolayısıyla bu finans stratejisi aslında sizinle birlikte sektörle birlikte geliştirilecek ve en doğru alanların tespit edilmesi sağlanacak. Bu noktada tabii ki de yine çok güzel bir noktaya değindiniz. Teknolojilerin yeni teknolojilerin geliştirilmesi, AR-GE’ye yatırım yapılması, inovasyona yatırım yapılması belki de burada bir “kaskate” etkisi diyebileceğimiz hani doğrudan gidip bir jeotermal testinin kurulmasına yatırım yapılması çok zor olur emisyon ticaret sisteminden elde edilecek gelirlerle. Çünkü çok kısıtlı bir gelir olacak. Ancak sonrasında bunu scale-up yapabileceğimiz, geliştirebileceğimiz ve en azından yenilikçi çözümlere ilk başta bu alanda yatırım yapabilirsek bizim için tabii ki de çok stratejik bir adım olacaktır. Biz bu anlamda AR-GE ve yenilikçi çözümlerin geliştirilmesi, yerli teknolojilerin geliştirilmesini önemsiyoruz ve eminim finans stratejimizde de burası temel elementlerden biri olacaktır. Tabii ki de burada değinmek istediğim bir iki nokta daha var. Özellikle dediğim gibi biz İklim Değişikliği Başkanlığı olarak strateji geliştirme noktasından biraz bu sürece müdahil oluyoruz. Buradaki temel meselemiz de aslında siz de bahsettiniz öngörülebilirliği sağlamak. Dolayısıyla Türkiye’de aslında biz politik anlamda bu alanda yapılacak yatırımların, çalışmaların sağlam bir temel üzerinde yürümesi ve geleceğe yönelik bir vizyon sağlaması açısından hareket ediyoruz. İşte bugün yaptığımız çalışmalarda gerek ulusal katkı beyanın hazırlanması gerek ulusal katkı beyanındaki hedeflerimizin uygulanması açısından iklim değişikliği azaltım ve uyum eylem planlarının hazırlanması ve bu kısa dönemli hedeflerin aslında uzun vizyonumuzla, uzun vadeli vizyonumuzla birleştirilmesi açısından işte 203 iklim stratejinizin hazırlanması bütün bu hazırladığımız politika belgelerindeki temel stratejik hedef aslında bu öngörülebilirliği sağlamak. Buradaki temel stratejilerin başında tabii ki de elektrifikasyon geliyor. Türkiye’de şu anda son kullanımda elektrifikasyon oranı %23, bunun özellikle ulaştırma sektöründe binalar sektöründe elektrifikasyonun ilerlemesiyle birlikte %40’lara önümüzdeki 10 yıl içinde %40’lara ulaşacağını öngörüyoruz. Dolayısıyla burada aslında elektrifikasyonunun stratejik bir hedef olduğunu, stratejik bir element olduğunu bilerek hareket ederse özel sektörümüzde aslında burada çok ciddi bir avantaj sağlayacağını düşünüyorum. En azından biz politik olarak böyle bir temel oluşturma, böyle bir öngörülebilirlik sağlama noktasında yardım etmeye çalışıyoruz. Sektöre destek olmaya çalışıyoruz. Tabii bir temel mesele de çevresel ve sosyal meseleler. Siz de değindiniz aslında ve sabahki oturumda aslında sanırım Jerome’ydi Safi Energy’den. O da çok önemli bir noktaya değindi aslında. Social license dedi. Özellikle yenilenebilir enerjide çeşitli çevresel ve sosyal standartların sağlanması, bunlara uyulması oldukça kritik. İşte İngiltere örneğinden bahsetti. İngiltere’de bugün on shore rüzgâr tribünleri koyamıyorlar. Çünkü çok ciddi bir halk tepkisi var. İşte Türkiye’de de özellikle iklim kanununda da karşılaştığımız birtakım sıkıntılar ortaya çıktı. Dolayısıyla aslında bizim bunu halka iyi anlatabileceğimiz noktalara gelmemiz gerekiyor. Bu anlamda da çevresel ve sosyal standartların yükseltilmesi çok kritik. Bu tabii ki de sadece o bahsettiğimiz social license’ın sağlanması noktasında değil. Uluslararası yatırımın çekilmesi noktasında dikkat ettik. Bugün ulusal ve uluslararası finans kuruluşlarının temel derdi artık geldiğimiz noktada yeşil varlık oranının arttırılması. Ülkelerin iklim hedefleriyle uyumlu yatırımların yapılması. İşte bugün çok kirletici sektörlere neredeyse hiç yatırım yapılmadığını görüyoruz. Kömür gibi vesaire. Dolayısıyla burada da aslında çevresel performansı yüksek projeler geliştirdiğimizde de bunların yatırım çekeceğini, yatırım elde edeceğini görüyoruz. Hatta risk paylaşımı noktasında da işte bugün sabah Seçil Hanım sanırım bahsetti. Türkiye Kalkınma Bankası’nın Dünya Bankasıyla bir iş birliğinden ve özellikle yeni sahaların keşfi noktasında 4 milyona dolara varan hibelerin verildiğinden bahsetti. Dolayısıyla aslında eğer biz çevresel performansı yüksek alanlara yönelirsek ve bu anlamda yeni projeler geliştirebilirsek gerçekten yatırım imkanları var. Ve bu uluslararası ve ulusal yatırım imkanlarından yararlanabiliriz. Tabii toparlamak gerekirse biz iklim değişikliği başkanlığı olarak başta yeşil taksan ve emisyon ticaret sistemi olarak geliştirdiğimiz politika araçlarıyla aslında buraya müdahale etmeye, buradaki risklerin azaltılması noktasında özel sektörümüzün özellikle elini güçlendirmeye çalışıyoruz. Dediğim gibi finans stratejimizin geliştirilmesi olsun, yeşil taksonominin son halinin verilmesi ve uygulanması olsun biz sektörel paydaşlarımıza her türlü iş birliğine hazırız. Birlikte adım atmaya, birlikte adımlarımızı tasarlamaya hazırız. Bu anlamda birlikte çalışmaya da hazırız. Böyle tamamlayayım ben. Çok teşekkür ederim.
Ali KİNDAP: Evet. Ağzına sağlık. Sanırım toparladık bizim tarafta. İkinci bir tur yapmayacağım çünkü bayağı bir arkadan sorularla ikinci turu yapmış oldum. Tamamlayıcı sorularını da sormuş oldum. Ben bundan sonrası eğer varsa hazır bir şekilde söz hakkı verip onların soru cevaplarını yapmak isteriz. Buyurun Ömer Bey.
Ömer TOSUN: Öncelikle teşekkür ediyorum. Buraya kadar zahmet ettiniz, geldiniz. Şimdi en büyük problem jeotermalde gördüğümüz kadar elektrik üretiminde bu karbon emisyonu konusu. Bunu bizim bir şekilde reenjekte etmemiz gerekiyor. Buna bağlantılı AR-GE çalışmaları var ve daha da geliştirmemiz gerekiyor. Ama bunları geliştirdiğimizde de aslına bakarsan nükleer enerji gibi bir enerji kaynağına sahip olmuş oluyoruz. Sürekli üretilen Mustafa Bey doğru mu söylüyorum? Sürekli enerji üreten, 24 saat enerji üreten bir kaynağın sahip oluyoruz. Yani nükleerden farkı yok. Şimdi buradaki o problemi çözdüğümüzde ama bunu çözmek için bir maliyeti var. Bu maliyeti bir şekilde nükleere verilen fiyatı sormuyorum Megawat başına ama en azından ona yakın bir fiyat burada desteklenir ise şayet aradaki fark anlamında söylüyorum. Şu anda 10 cent civarında. 10 cent civarında bu ücret. Ama diyelim ki 12,5. O 2,5 cent reenjekte işlemini yapan firmalara, gruba, o santrale verilir ise şayet o zaman bu teşvik edici olur ve bu reenjeksiyon yapılır. Hem emisyon azalmış olur hem de kaynaklar daha iyi kullanılır hale dönüşür. Çünkü o karbondioksit yeniden basınç oluşturacaktır. Yeniden üretimi artıracaktır. Bu anlamda sizlerin bu yekem ücretlemesine desteği çok önemli. Yoksa 10,5 centte bu yapılamaz. Açık söyleyeyim. Çünkü onun bir maliyeti var. Bunu göz önüne alıp dikkate alınırsa şayet sizler tarafından ülkemize büyük bir katkı sağlar diye düşünüyorum. Teşekkür ederim.
Ali KİNDAP: Evet. Ömer Bey’e teşekkür ediyoruz. Başka sorusu veya yorumu olan varsa. Evet bu tarafta var.
Katılımcı: Teşekkür ederim Ali Bey ve ekibe. Gayet güzel bir sunum oldu. Güzel görüşmeler oldu. Ben şunu söyleyeyim öncelikle. Öncelikle Ali Bey jeotermalin geldiği noktaya güzel bir özetleme yaptınız. Özellikle 2010-2020 yılı gerçekten Türkiye’de jeotermal enerjinin çok ciddi bir noktaya geldiğini gösteriyor. Siz zaten onu izah etmiştiniz. SANKO Enerji olarak kendilerini tebrik ediyoruz. Güzel bir kuyu ortaya çıkarmışlar. Sağ olun. Bu tip kuyular aslında Orta Anadolu bölgesinde var. Oradaki kuyularda kuyu taban sıcaklığı iyi ama maalesef kuyularda üretim olmadığı için şu an mesela kuyuların şu an çoğu bekliyor. Aslında siz orada risk de almışsınız. Gayet de güzel olmuş. Hakikaten tebrik ediyoruz. Sağ olun. Benim asıl sorum şu Ali Bey. Şimdi bu sahalar 2000li yıllarda ihale olduğu zaman da sadece buralara santral yapıldı. Ve o yıldan itibaren de ciddi orada bir çevre baskısı vardı. Yani çevre halkın ciddi orada eleştirileri vardı. Bunun asıl sebebinin bir tanesi oradaki enerji yatırımları dışında maalesef orada yöre halkına sosyal projeler yapılmadığı için de bir tepkileri vardı. Sondajlara tepkileri vardı. İşte orada bir kuyu patlaması olayı vardı. Bu durum acaba orada hala devam ediyor mu? Özellikle Aydın ve Manisa bölgesinde aynı durum devam ediyor mu acaba? Yeni sosyal projeler mesela bazı yerde okul yapılmış konuşuldu. Buhar kentte şehrin ısıtması galiba herhalde yapılıyor diye söylendi. İşte sahte ısıtma yapılıyor. Bu süreç acaba hala aynı mı? Çünkü şimdi yeni projeler gündeme geldiğinde ciddi sondajlar açılacak. Acaba halkın tepsisi hala devam ediyor mu? Bunu öğrenmek istiyorum. Teşekkür ederiz.
Ali KİNDAP: Sağ olun. Bu konuda ben de bir tarafta yatırımcı olduğum için hem Hüsnü Bey hem de ben de bir cevap vermek isterim. Aslında biraz hani enerji sektörü Türkiye için çok yeni. Jeotermal çok çok yeni. Jeotermaldeki yani jeotermal kaynaklar da şöyle bir şey. Her ülkenin kendine özgü. Yani başka ülkedeki tamam bazı teknolojileri, bazı know-how’ları, bilgileri kullanıyoruz ama kendi ülkenizde kendi gerçekleriniz var. Kendi sosyal çevresi var, paydaşları var, doğa yapısı var, tarımsal özellikleri var. Yani var da var yani çok farklı yani. O yüzden bir doğrusu yok. Ya bir gaz santrali ben hepsini yaptım ya. Bir gaz santrali yaparken kriterlerle bir jeotermal santral yatırımın kriterleri aynı değil. Bunların hepsi öğrenildi. Yani sektör öğrendi. Ya bunu bir yabancı da gelseydi burada öğrenecekti. Yerli yatırımcı da olsa bunu öğrenecekti. Ha yerli ile yabancı yatırımcı arasında belki şöyle bir fark olabilirdi. Kurumsal yapı yaklaşım. Bazı işte çevresel ve sosyal konulara yaklaşım. Çünkü onlar da bazı şeyler bizden bir adım daha önde. Burada bir gerçek yani. Sektörümüz bu anlamda birçok şeyi öğrendi yatırımcımız buradaki hassasiyetleri. Tabii bölge halkı da öğrendi ya. Birçok örnekler var. Çoğu yani çok zaman almak istemiyorum. Bazı uygulamalar, bazı metotlar yeni yeni gelişti. Bölgenin onların ihtiyaçlarına göre, şikayetlere göre, oradaki hassasiyetlere göre. Ve bir noktaya geldik. Hakikaten çok ciddi bir noktaya geldik. Bu benim şahsi görüşüm değil. Bu bizi ziyaret eden yabancıların bizim santrallara ziyaret ettikten sonraki tespitleri ve tespitte de şu var: Hem modernlik konusunda hem bölgesel ve çevresel hassasiyet konusunda hakikaten santrallarımızın çoğu standardın üzerinde. Ama tabii biz bunu dayak giyerek ve belli bir bazı şeyleri yaşayarak geldiğimiz için şimdi bölge halkında şöyle bir tabii geçmişten gelen bazı şeyler var, algılar var. Şimdi bu algıları oluşan algıları yıkmak çok kolay değil yani. Çünkü anlatıldı çocuklara anlatıldı. Belki yeni uygulamada yok ama o eski kafa şeyde hafızalarda onlar var. Dolayısıyla bunun bir şekilde iyi uygulamalarla onların değiştirmesi lazım. Bir de tabii halkın biraz daha eğitimle farklı bir eğitimle bu ben biraz ya sadece yatırımcının STK’ların değil de yani burada kamu üniversiteler ve özel sektör hepimizin bir arada oluşturacağı bir eğitim çalışmasıyla ve bilgilendirme çalışmasıyla bunları anlatmamız lazım. İyi bir şekilde anlatmamız lazım. Biz bunları yaparsak, bir araya gelirsek, önümüzdeki zamanda en azından bu, kafalarda oluşmuş bazı algıları, bazı önyargıları değiştirebileceğimizi düşünüyorum. Tabii sektör olarak bundan sonra yine dikkatli olmalıyız. Çünkü bizim bölgelerimiz hassas bölge. Ovalarda çalışıyoruz. Tarım zengini bölgelerde çalışıyoruz. Belki bu hassasiyeti daha da üzerine attırmak lazım. Bu işin bir tarafı çevresel boyutu. Bir de tabii bu işin bizde eksik olan sosyal etki, sosyal paylaşım, o bölgeye bir katkı. Bu konuda zaten bu yasanın çıktığı, mevzuatın çıktığı, yatırımların başladığında zaten böyle bir politika yoktu. Yok yani. Bütün politikalar şirket bazlı ve bireysel ve bu bireysel politikaların bir şekilde değiştirilmesi lazım. Bir bas politikaya çıkarılması lazım asgari. Yani o bölgede nasıl bir fayda sağlanacak? işte sabah öğlenki seansta öğleden sonra şey bahsetti. Dedi ki işte bölgede belki tüketicilerin elektrik tüketiminin bir şekilde belli bir miktarda karşılanması gibi şeyler yani her bölgenin her ülkenin beklentileri farklı. Yani insanının beklentisi farklı olur. Onlar yani o bölgenin insanının isteğine göre talebine göre yenilikler getirmek lazım. Ve bunları belki biraz da yasalaştırmak, zaruret haline getirmek lazım. Eğer biz bunu yapmazsak yine bireyselci bir yaklaşımla devam edersek benzer sorunların devam edeceğini düşünüyorum. Bir de dediğim gibi Türkiye’nin en zengin, en güzel yerlerinde çalışıyoruz. Burada bazı çalışma standartlarının da kontrollerin de kamu tarafından oluşturması yani hep beraber yani kamu tarafından demeyeyim de yani hep beraber oluşturup kamu tarafından denetlenmesi lazım. Bu benim şahsi görüşüm önümüzdeki dönem yatırımlarımızda bu bölgede devam edebiliriz. Ama yapmazsak, bu noktaya gelmezsek, yapılan her yanlış geçmişe dönük birtakım hafızaları tekrar canlandırıp, katmerli bir şekilde önümüzdeki sorunları daha da büyüterek önümüze getirecektir. Yani o bölgede çalışma yapmak mümkün olmayacaktır. Benim yorumum bu şekilde Hüsnü Bey.
Ömer TOSUN: Ben çok özür dilerim Hüsnü Bey. Oraya gitmeden şöyle bir şey var ya idare payı konusu var. İdare payı ödüyoruz değil mi? Ciromuzdan %1 idare payı ödüyoruz devlete. Evet. Şimdi idare payına baktığımızda normalde diyor ki suyun çıkarıldığı veya kullanıldığı yerdeki ilgili yerel belediye, köy, kasaba her neyse bu idare payının beşte biri ona ait diyor. Ama şu anda maalesef bu böyle kullanılmıyor. Aslında çok önemli bir konudur bu. Maden kanununda da aynı şekilde. Şimdi eğer ki siz bu santralinizin ürettiği cironun %1’in idare payının 5’te birini oradaki köye, köylüye, kasabaya gittiğini görseniz veyahut da o vatandaş bunu görse inanın ha bizim orada da var biraz enerji gelin şunu da çıkartın demeye başlayacaktır. Bu madende de böyle. Bunu bizim hep beraber bunun üzerine gitmemiz lazım. Bu para maalesef alınıyor. Gerek özel idareler gerekse ilgili bakanlıklarda bu para toplanıyor ve kimlere dağıtıldığını biz bilmiyoruz. Halbuki o para oradaki vatandaşın hakkıdır. Bunun üzerine hep beraber gidelim ve inanın vatandaş bu sefer o parayı aldığı zaman mutlu olacaktır.
Hüsnü DÖKMECİ: Doğru. Ben müsaade ederseniz çok uzatmadan bu sosyal destekle ilgili bir iki şey söylemek isterim. Şimdi önce bir hocam önce bir şu konuyu netleştirmek istiyorum. Biz kendi rezervuarımızdan belediyedeki ya da Salihli’deki evleri ısıtmıyoruz. Belediyenin kendi rezervuarı var. Fakat kuyuların işletilmesi artı regüle edilmesini bizim arkadaşlarımız sağ olsun ellerinden geldiği kadar yapıyor. Birinci konu o. İkinci konu şöyle çok dile getirmek istemiyorum ama siz sordunuz. Mesela Salihli Devlet Hastanesi’ne bir poliklinik yaptık biz bu senenin başında devreye aldık ve yani yaptığımız doğru şeylerden bir tanesi olduğuna gerçekten inanıyorum. Onun dışında bir sosyal eğitim merkezimiz var. Salihli’deki pazar yerinin içinde virtual reality ile geliyor çocuklar ya da isteyen orada bir santral nasıl çalışır, su nasıl çıkar bunu anlıyor, görüyor mesela bir santrali çalıştırıyor. Fakat bu olay o kadar basit değil. Yani bu olayları kaşıyan insanlar var. Bunlardan nemalanan insanlar var. Şimdi adam kurşunlu kaplıcaları var bizim yukarımızda. Mutlaka biliyorsunuzdur. O suya girmek için para ödüyor. Aynı sudan bahsederken bu beni kısır yapıyor diye kalkıyor. Şimdi bu bizim karşılaştığımız bir olay ve bu adamı ikna edemiyorsunuz. Ali Bey’in söylediği doğru. Coğrafi olarak dağın tepesinde değilsiniz. Gerçekten büyük ovanın içindesiniz. Çünkü coğrafya bunu gerektiriyor. Doğal olarak adamın tarım yaptığı yerden gidip bir şeyle alıyorsunuz. Yani hiçbir zaman için bedelinde almadık. En az 1,5 katını veriyoruz biz. Fakat şöyle bir şey var. Orada da mahalle baskısı devreye giriyor. Bu işten para kazanan, nemalanan arkadaşların etkilediği kişilerin dışında kalmamak için adam önce hayır diyor. Şimdi bir sismik çalışması yapmanız lazım. Sismik çalışması için tarlaya girip belirli aralıklarla cihazlar koyuyorsunuz. Dinlemek için adam gidiyorsunuz. Tamam diyor. Fakat bir süre sonra ya diyor bunu alın. Benim sizinle bir sorunum yok. Fakat kimsenin yüzüne bakamayacağım ben. Yani böyle bir gerçek de var. Ama bunlara rağmen sanırım doğru yolda ilerlediğimizi düşünüyorum ben. Yani koca koca makineler girip gidiyor. O kule dediğimiz 50 tane tırdan oluşan şey yollar bozuluyor. Elimizden geldiği kadar kısa sürede yapıyoruz. Ama yani dediğim gibi kaşıyan olduğu müddetçe kontrol etmek çok zor oluyor
Katılımcı: İsmim Hüseyin Akdemir. Bir ziraat mühendisiyim. Öncelikle yeşil enerjiye inanan birisiyim. JES’ler, HES’ler, RES’lere inanıyorum. Şöyle bir algı var. Bununla ilgili bir araştırma, bunu çok merak ediyorum. Biliyorsunuz bu HES’ler JES’ler Gediz’de ve Büyük Menderes’te çok ciddi boyutta var. Ödemişli olarak söylüyorum. Oralarda öğretim yapıyorum. Biliyorsunuz Aydın’ın inciri çok meşhur, çok önemli bir ürün. Diğer taraftan Salihli ve Sarıgöl müthiş bir sultaniye çekirdeksiz üzüm üretimi var. Oradaki üreticiler biliyorsunuz basına da çıkıyor. Çiftçiler de eylem yapıyorlar. Acaba bu konuda bir araştırmanız var mı? Diyor ki incirci. Oradaki diyor jeotermalden çıkan buhar benim incirimin altı açılıyor olgunlaştığında oradan diyor aflatoksin bulaşıyor diyor. Ve diğer taraftan üzümcü diyor ki çok fazla nem olduğu için ki doğrudur nemin ve sıcaklığın olduğu yerlerde botritis, sikloretinya, mildiyö külleme gibi hastalıklar olur. Bunlar ziraatçı diliyle konuşuyorum. Üzgünüm. Türkçesi yok. Acaba siz Sayın Başkan, değerli yatırımcılar ve İklim Başkanlığı temsilcisi olarak bu konuda bir araştırmanız var mı? Hakikaten bu çiftçinin söylediği gibi, basınında yazılan gibi veyahut da sizin tabirinizde kaşıyan insanların söylediği gibi bu sorunlar yok mu gerçekten? Gerçekten buradan çıkan bir buhar incirde bir zarar yaratmıyor mu? Üzümde herhangi bir fungal hastalık yaratmıyor mu? Bir diğer içinden çıkan kükürdün suyla birleşerek H2O + SO4 sülfürik asit olarak asit yağmuru olarak döndüğü iddia ediliyor. Efendim lütfen bunu da şey gibi algılamayın ya. Ben de karşı falan değilim. Hiç olmazsa burada bütün basın var. Değerli misafirlerimiz var. Hepimiz yetkili ağızdan bir öğrenelim. Biz de gittiğimiz bölgelerimizde sizden aldığımız doğru bilgiyi anlatmak isterim. Teşekkür ederim. Bu konuda gerçekten somut bir bilgi almak istiyorum. Çok kamuoyunu meşgul ediyor. HES’e inanan birisiyim bir agronomist olarak ama bu konuyu da öğrenmek istiyorum. Çok teşekkür ederim.
Hüsnü DÖKMECİ: Yani isterseniz üzümü ben söyleyeyim, inciri siz söyleyin. Şimdi bizim santralin hemen arkasında 15 dönüm üzüm bağımız var. İl tarım müdürlüklerine sorduğunuz vakit rekoltenin her sene arttığını göreceksiniz. Bu çok net. İncirde muhtemelen Ali Bey de benzer bir şey söyleyecektir. Bizim incirimiz yok, üzümümüz var. Direkt santralin bahçesinde ve biz yiyoruz. Bizim tarafta üzüm, incir ve zeytin var.
Evet. Şöyle şu an bahsi dediğinde 64 tane santral var Türkiye’de. Bunlardan 4-5 tanesi su soğutmalı. O söylemiş olduğunuz buhar çıkışı olan santraller. Bundan gerisi 59 tanesi hiçbir şekilde ne buhar ne başka bir şey çıkışı yok yani bölgesinde. Dolayısıyla ya kusura bakmayın ben burada sözünüzü kesiyorum. Özür dilerim. Buharın enerjisi akışkanın enerjisinin 6 katıdır. Bizim onu dışarı atma lüksümüz yok. Bu kadar. O buhar bu buhar değil zaten. Yani genelde, konuşulan buhar, bu özellikle su soğutmalı santrallerimiz var beş tane. Soğutma suyunu su soğutmalı bir şekilde yapıyor. Onun için o su soğutma sistemlerinde soğutma kulelerinden buhar çıkar. Soğutma buhar çıkar. Sıcaklığı düşüktür zaten. Bu bütün dünyada bu şekildedir. Diğerleri hava soğutmalıdır. Hava soğutmalarda herhangi bir emisyon, bir çıkış yoktur zaten. Dolayısıyla o santralların o dediğiniz bir etkiye maruz kalması o bölgedeki hani ürünlerin mümkün değil zaten. Bu santrallerden iki tanesi Germencik’tedir. Hava su soğutmalı olanların üç tanesi de Denizli’dedir. Denizli bölgesinde incir vardır. Çevresinin civarında Germen incir ve zeytin vardır. Germencik’te de ağırlıklı incir ama zeytinde kısmen zeytin de vardır. Hem Germencik bölgesindeki hem de Denizli bölgesindeki iki tane kurumsal büyük firmanın tesisleridir bunlar. Hem yaptıkları anketlerde hem gözlemlerde hem de araştırmalarda ben iki firmayı tanıdığım için bölgede tarım yapan yani incir tarımı yapan çiftçilerden herhangi bir şekilde ürün kaybı, ürün zararı gibi veya kalite düşümü gibi bir ne rapor ne mahkeme ne de başka bir şikâyet almışlardır. Ben sektörde ta işin başından beri varım. İncir de olsun herhangi bu tür ürünlerdeki şikâyet ve oluşan vakaların her çoğunu biliyorum. Biraz önce bahsettiğim geçmiş dönemlerde özellikle bu sektördeki bazı standartların oturmadığı özellikle sondaj zamanlarında ve kuyu testlerinde birtakım o zamanki işte bu bilgisizlik diyelim. Evet. O bilgisizliğin veya işte bu etkileşimin nasıl olacağı bilinmemesinden kaynaklı yapılan işlemler esnasında yaşanan durumlar var. Kazaları ayır tutuyorum. Kazalar da var. Birkaç tane menfur kaza da var birkaç bölgede. Kaza dışındaki konular bu şekilde. Tabii o tür durumlarda bitki yanması da olmuştur. Ürün kaybı da olmuştur. Bitkinin zarar görmesi olmuştur. Ama bunlar dediğim zamanki uygulamalardan sonra uygulamalar esnasında yaşanan şeyler. Mesela ben işletme dönemine özellikle 2020’ye kadar bu yatırımlar bittikten sonra 2020’den sonra işletme dönemine geçildiği için işletme döneminde de bu tür şikayetler alınmamıştır. Zaten ziraat odalarıyla çalıştığınız zaman veya ziraat odalarının kayıtlarına baktığınız zaman bölgesinde önemli bir anormal şey olayı olmamışsa, iklim olayı yaşanmamışsa o bölgede her sene artan hem üzüm de olsun hem zeytinli olsun hem incirde olsun de incirde son zamanlarda müthiş bir rekolte artışı ve fiyat artışı var zaten. Yani hem iyi para yapıyor uluslararası alanında hem de ürün bazında da iyi rekolte ve ürün artışı var. Yani o şeyler kalmadı yani vatandaş nezdinde kalmadı dediğim santrallardaki şeyleri araştırabilirsiniz. Dediğim gibi iki tane kurumsal firma ve 5 tane santralımız var. Diğer santrallerde dediğiniz zaten buhar çıkışı diye bir şey yok yani. Çünkü hava soğutmalı. Yani kendi atmosferik havayı alıyor, pervanen geçiriyor, soğutuyor. Sistemi soğutuyor. Hava ısınıyor o kadar. Ve bütün biz o bölgelerde yaşadığımız için şöyle başka örnekler de vereyim. Yani bunlara karşı aslında bunları bilimsel olarak burada bir eksiğimiz var ülke olarak. Onu bahsetmek isterim. Bunların bilimsel bir şekilde kanıtlanması ve ölçülmesi lazım. Maalesef bizde bu tür kayıtlar ve ölçümler maalesef yapılmıyor. Yani bunu bizler yaptık. Yatırımcılar, işletmeciler. Bizlerin yaptığımız o gözlemle incem raporlar üniversitelere veya başka yere yaptırdığımız raporlar maalesef ciddiye alınmadı. Ciddiye alınmıyor. Çünkü tek taraflı sizin yani sektör yaptırdığı için sektörün yaptırdığı şey bağımsız rapor olmaz diye biz o yaptırdığımız raporlar ciddiye alınmadı. Ama bunu bir belki kamu ortak bir raporlama, bağımsız bir şekilde bir şekilde bilimsel ölçümlerle araştır bu şekilde araştırmalar yapılırsa yani özellikle kamunun bunu yapması lazım. Kamu tarafının biz onu sürekli dile getiriyoruz. Tarım Bakanlığı’na, Çevre Bakanlığı’na yani bu işleri sizler yaptırırsanız ve açıklarsanız hani biz bütün sistemimizi, tesislerimizi sizin için açarız. Ne gerekiyorsa eğer bizim tesis açmamız gerekiyorsa buyurun yapın. Ama maalesef bu tür raporlamalar yani yapılmadığı için ve bu işte kamu otoritesi bunu bağımsız kanallardan yapmadığı için bu tür hala söylentiler devam ediyor. Ama şöyle de bir gerçek de var bugün. Bölgelerde il bölge müdürlükleri. Ben çok onları sıkıştırıyorum. İl tarımlar, İl çevreler, DSİ özellikle yeraltı sularıyla ilgili şeyler var. İddialar oldu bir ara özellikle Gediz Havzası’nda. Sürekli gözlem yapıyorsunuz, inceleme yapıyorsunuz, araştırma bazı şeyler alıyorsunuz. Ya bunları açıklayın. Yani sizin raporlarınız var. Elinize belgeler var, bilgiler var. Yani kamuoyun önüne çıkın ve ne gördünüz? Farklı bir şey gördünüz mü? Jeotermalle ilişkilendirecek bir olumsuz durum gördünüz mü? Açıklayın dediğimizde maalesef kamunun da bu açıklamaları yapmadığını görüyoruz ve sektörle biz sektör olarak şeyle bölgede yaşayanlarla karşı karşıya getiriliyoruz. Yani insanlar birilerine güvenmek istiyorlar. Yani güvendikleri birilerinden bir şeyler duymak istiyorlar. Eğer biz bunları biraz önce de bahsettiğim eğer iş birliğiyle bu işlerin üzerine ortaklaşa gidersek bu aydınlatmayı, bilgilendirmeyi ortaklaşa yaparsak ve vatandaşı bu şekilde mekanizmayla dinlersek ben bu söylentilerin çoğunu çünkü söylentiler çıkaranlar belli ama inananlar insanlar olumsuz şeylere inanma çok rahat inanabiliyorlar. İnanmaları şeyini bir şekilde bu şekilde önleriz diye düşünüyorum. Yoksa devam edecek. Sizde de aynı yani ben kimle konuşsam her yerde aynı şeyleri aynı sorularla karşı karşıya kalıyorum. Aynı şeyleri anlatıyorum ama sonuçta bunları bir raporla, bilimsel bir raporla çürütemiyorum. Yani bağımsız bilimsel diyeyim. Yoksa bizim elimizde o raporlar var. Yani araştırmalar, gözlemler. Sektörün birçok oyuncusu bunları yaptı. Birçoğunda zaten ÇED çalışması esnasında yapıyor. Mecburen yapıyor. Çünkü bu şikayetlerin hepsi sonra yeni yatırımlarınızda önünüze çıkıyor ve siz onları raporlamak zorunda kalıyorsunuz. Bunları raporları üretiyorsunuz. Belki o arada ilerliyorsunuz ama kamuoyunu ikna etme noktasında bizim yaptığımız raporlar işe yaramıyor tek başına. Teşekkür ederim. Bilemiyorum ama bir soru daha var. Panelden sonra konuşalım çünkü bayağı bir zaman gecikti. Evet. Çok uzun zaman aldı. Evet. Biz teşekkür ediyoruz bizi dinlediğiniz için. Değerli panelistlerime teşekkür ediyorum. Ağzınıza sağlık. Sağ olun. Teşekkürler.
Sunucu: Efendim, gün boyunca Türkiye’nin jeotermal potansiyelini enerji, tarım, turizm ve yatırım boyutlarıyla kapsamlı bir biçimde ele aldık. Bugün burada ortaya koyulan fikirler, sadece bir zirvenin değil, aynı zamanda sürdürülebilir bir geleceğin yol haritasını da oluşturacak nitelikteydi. Şimdi bugünü özetleyecek ve değerlendirecek çok kıymetli bir ismi sahneye davet etmek istiyorum. Kendisi medya dünyasında olduğu kadar enerji ve çevre politikaları konusunda da derin bir bilgiye sahip. Aynı kanalda görev yapmaktan da oldukça keyif aldığım bir gazeteci ve yayıncı. Kapanış ve değerlendirme konuşmalarını yapmak üzere kıymetli meslektaşım Sayın Hakan Çelik’i alkışlarınızla sahneye davet ediyorum. Hakan Bey, hoş geldiniz. Şeref verdiniz.
Hakan ÇELİK: Teşekkür ederim. Benim mikrofonum açık mı? Arkadaşlar, güzel sözler için çok teşekkür ediyorum. Sevgili meslektaşım da çok güzel bir sunum gerçekleştirdi. Gerçekten uzun bir gün oldu. Fakat şunu söyleyeyim, Türkiye’de ve dünyanın farklı ülkelerinde birçok toplantıda konuşuyorum, sunumlar gerçekleştiriyorum. Bugün dikkatimi çeken şeylerden biri, birçok şey dikkatimi çekti ama çoğunlukla protokol konuşmaları bittikten sonra salonun büyük bölümü boşalır ve ilgi dağılması olur. Ama bugün öyle olmadı. Değerli katılımcılar burada görüşlerini ifade etmeye devam ettiler ve pür dikkat panelleri takip ettiler, açıklamaları not ettiler. Bir anlamda jeotermal külliyatı oluşmakta olduğunu görüyorum. Şimdi nükleerde, petrolde, doğalgazda ve diğer yenilenebilir enerji türlerinde kamuoyunun da epeyce bir fikri oldu. Son dönemde çok kritik bir konu başlığı olduğu için. Ama jeotermal konusu görece olarak yeni bir konu başlığı. Bu bakımdan JEMYAD’ı kutluyorum. Böyle bir etkinliğin düzenlenmesi ve Nevşehir’de düzenlenmesi çok önemli. İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya gibi yerlerde yapılan uluslararası ve ulusal toplantılara kıyasla, Anadolu’nun önemli bir kısmında bu gelişmelerden insanların pek haberdar olamadıklarını veya yeterince katılım gösteremediklerini görüyoruz. Bu nedenle Anadolu’nun bu önemli şehrinde, Türkiye’nin bu önemli turizm merkezinde böyle bir etkinliğin düzenlenmesini çok yararlı ve önemli buluyorum. Sayın Vali de bugünkü konuşmasında, yaklaşık 4 milyon turistin bu bölgeyi ziyaret ettiğini ifade etti. Diğer taraftan, bu etkinliğin düzenlenmesinde Sayın Ömer TOSUN’un da büyük bir başarısı var. İlk toplantıda, ilk zirvede Cumhurbaşkanı Yardımcımız Sayın Cevdet YILMAZ’ın da katılmış olması çok önemli. Sayın Cevdet YILMAZ, uzun yıllardır tanıdığım ve çok takdir ettiğim bir devlet adamıdır. Geçen ay CNN Türk’te kendisiyle güzel bir program gerçekleştirdim. Konuları takip etmesiyle tanınan bir insandır. Kalkınma ve planlama kökenli olduğu için hem Sayın Ömer TOSUN’un hem de buradaki değerli iş insanlarının ve katılımcıların görüşlerini not ettiğini ve bunları takip edeceğini düşünüyorum. Ancak, devlet yapılanmamızın şekli gereği, buradaki karar alma mekanizmaları diğer bakanlıkların da konularına temas ettiği için, Enerji Bakanlığımızın, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın ilgili bakanlarının ve bürokratlarının bu konuyu öncelikli olarak gündemlerine almasını diliyorum. Televizyon yayınlarımda ve diğer istişare edebileceğim ortamlarda bu konuyu hatırlatmak istiyorum.
Bugün çok öğretici ve yararlı bir gün geçirdim. Neredeyse bütün gün boyunca salondaydım, bilgisayarımı açtım ve not aldım. Şu anda salonda bulunmayan gazeteci arkadaşlarımız da gün boyunca burada oldular ve köşe yazılarını yazmak üzere ayrıldılar. Sanıyorum, yarın ve önümüzdeki birkaç gün içinde Türkiye’nin ana akım medya gündeminde de bu konuyu göreceğiz. Türkiye’nin farklı ilçelerinden, özellikle Nevşehir ve Ege bölgesinden çok katılım oldu. Londra’dan sevgili Mehmet ÖĞÜTÇÜ ilham verici bir konuşma yaptı. Küresel ekonomiyi ve enerjiyi yakından takip eden bir isim. Profesör Doktor Hüseyin BAĞCI da önemli ve güzel bir konuşma yaparak Türkiye’nin potansiyeline işaret etti. Zaman zaman zorluklar ve güçlükler nedeniyle demoralize olduğumuz anlar oluyor, ancak nihayetinde Türkiye büyük bir ülkedir. İmkanları ve kapasitesi ile, sizin gibi değerli insanların katılımıyla yeni açılımlarla sürdürülebilirlik ve çeşitlilik konusunda önemli bir yol alacağımızı düşünüyorum. Dün Ömer Bey ile Museum Hotel’de yaptığımız sohbette de gündeme gelen bir konu başlığıydı. Sürdürülebilirlik ve çeşitlilik son derece önemli kavramlar. Deniz, kum, güneş, kıyı turizminde belli bir doygunluğa ulaşıldı ve belli bir başarı elde edildi. Bu konuda İtalya, Fransa, Yunanistan, Mısır gibi ülkelerle rekabet devam ediyor, ancak bizim mutlaka yeni hikayelere ve çıkış arayışlarına ihtiyacımız var.
Kapadokya’yı yeniden konumlandırmamız ve çeşitlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu sabah balonları izledim, ne kadar muazzam. Ekonomiye önemli bir katkısı var. Çok güzel otellerimiz ve önemli bir yatak kapasitemiz var. Jeotermalin de devreye girmesiyle umarım bu mümkün olacaktır. Sadece Kapadokya ve Nevşehir için konuşmuyoruz, Türkiye haritasında bu kapasitenin ne kadar yaygın olabileceğini gördük. Kısa bir süre önce Göbeklitepe, Kara gibi yerlere gittim. Adıyaman, Şanlıurfa, Hatay ve Mardin’de olağanüstü bir kapasite ve tarih zenginliği var. Bunu daha rafine bir şekilde, kendimizi daha yukarıya konumlandırarak değerlendirmeliyiz. Türk Hava Yolları Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Profesör Doktor Ahmet Bolat ile de bu konuları konuştum. Amerika’da, Kanada’da ve birkaç hafta önce bulunduğum Japonya’nın Osaka şehrinde, daha fazla turisti, business class’ta uçan, yüksek gelir kapasitesine sahip insanları Türkiye’ye getirmeye başladığımız andan itibaren, turizm gelirlerimizin gayet memnuniyet verici bir şekilde seyrettiğini görüyoruz. Tıpkı İtalya ve Fransa’da olduğu gibi, daha yüksek gelir getiren ziyaretçilerle herkesin daha fazla memnun olacağı bir tablo ortaya çıkacağını düşünüyorum. Mustafa Bey de güzel bir konuşma yaptı. Avusturya’da uzun yıllar boyunca hayatını sürdüren değerli bir isim olan Mustafa Bey, Avusturya, İsviçre ve Almanya gibi ülkelerin termal turizm ve spa alanında önde gelen yatırımlar yaptığını ve bu yatırımlardan çok para kazandıklarını belirtti. Örneğin, Budapeşte’deki Seçeni Hamamı, Rönesans ve barok stillerini barındıran şık bir yapı olup, yılda 1,5 milyon ziyaretçi çekiyor. Bu başarının arkasındaki sebeplerden biri, markalaşma ve iyi konumlanmadır.
Kapadokya’da dün gece kaldığım otelde, Sayın Ömer TOSUN’u ve ailesini bir kez daha kutlamak istiyorum. Neredeyse 20 yıllık bir istikrar çizgisi içinde kalite ortaya koyarak, sevgi ve tutkuyla yapılan bu iş, Türkiye’den ve dünyanın dört bir yanından gelen insanların Kapadokya ve Nevşehir’den güzel hatıralarla ayrılmalarını sağlıyor. Sayın Cevdet YILMAZ’ın buradaki notları yakından takip edeceğini düşünüyorum. Bu zirvenin, jeotermal kültürün oluşmasında önemli bir basamak olduğunu ve gelecek yıldan itibaren gelenekselleşeceğini anlıyorum. Daha geniş bir katılımla belki iki gün sürecek ve medyada da farklı yansımaları olacaktır. Bu anlamda gerçekten kutluyorum ve son panelde de değerli katılımcılar önemli konulara dikkat çektiler. Detaylı tartışmalar sonucunda, jeotermal enerji konusunda merak edilen ve endişe uyandıran boyutlar olduğunu görüyoruz. Üniversiteler ve akademik dünyayla iş birliğini artırarak, uluslararası literatür ve uzmanların katılımıyla bu konuyu daha ileriye taşıyabiliriz. Bugünkü etkinliğimize İtalya ve Nijerya’dan katılımlar oldu ve değerli konuşmacılarla sohbet etme imkânı buldum. Bu etkinlik son derece umut verici oldu ve geleceğe ışık tuttu.
Son olarak, umutsuzluğa kapılmamak gerektiğini vurgulamak istiyorum. Irak, İran, Suriye savaşlarının devam ettiği, İsrail-Gazze meselesinin derinleştiği, Yemen ve Afrika’nın zor durumda olduğu, Rusya-Ukrayna savaşının sürdüğü bir coğrafyada, Türkiye olarak 60 milyon turisti ülkemize çekebilmeyi başardık. Bu, her türlü zorluk ve eleştiriye rağmen Türkiye’nin bir hikâye ortaya koyabildiğini ve güven verdiğini gösteriyor. Turizm, çevre, tarım ve enerji alanlarında da hikayeler oluşturmaya devam edeceğiz. Jeotermal enerjinin tarım, çevre, sağlık turizmi ve diğer üretim alanlarında ne kadar önemli olduğunu burada görme ve öğrenme imkânımız oldu. Profesör Doktor Hüseyin Bağcı’nın belirttiği gibi, yaş ortalamamızın 34 civarında olduğunu biliyorum. Bu da aslında alarm zillerinin çalmakta olduğunu gösteriyor. Buna çok ciddi konsantre olmamız gerekir. Türkiye, demografik olarak yaşlanan bir ülke ve artık yeterince genç değil. Bunun üretimde, istihdamda ve diğer sosyolojik ve kültürel alanlarda çeşitli etkileri olacaktır. Bu konulara da odaklanmak gerekir. Jeotermal turizm, yaşlanma, wellness ve spa derken, nüfusumuzun genç olduğu klişesi artık geçerli değil. Genç nüfusa sahip ülkelerden biri değiliz. Bu konuyu da aktarmak istedim. Burada çok hoşuma giden bir şey oldu; Anadolu şifa rotalarından bahsedildi. Bu çok güzel bir fikir ve Kapadokya’nın bir parçası olmalı. Bunun yanı sıra, haritada yeni öğrendiğim bazı yerlerin de bu rotalara dahil olduğunu görüyorum. Bu, dünyada da anlatılabilir bir şey ve çok güzel anlatmamız gerekir. Tıpkı Taştepeler projeleri gibi, Türk Hava Yolları ona sponsor oldu ve sahip çıktı. Çok güzel.
Sayın Ömer TOSUN ve Tosun ailesi başta olmak üzere, Tolga Bey’in de çok ciddi katkıları oldu. Beni davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Ana akım medyada ve kendi dijital kanallarımda bu konuyu daha fazla merak edip takip edeceğim. Nevşehir’de ve Kapadokya’da olmaktan çok mutlu oldum. Buradaki değerli katılımcılara ve sizlere beni dinlediğiniz için çok teşekkür ederim.